500. Yazı
Macar romancı Dezsö Szabo’nun “Sürüklenen Köy” romanını okumaya yöneldiğimde, yazarın kitaba yazdığı “önsöz”deki şu satırlar beni duralatmıştı bir an. “Çünkü hayat üzerine yazılan kuralları okumak hoş olsa da hayatı yaşamak daha hoştur.”
Yazının getirip önümüze koyduğu gerçeklik, bilgi/bakış/düşünüş tasarımıdır sonuçta… Yaşamdan gözlenilen, derlenen, edinilenlerin düşüncede/duyguda yeniden biçimlenmesi…
Bütün bunları ‘hayat üzerine yazılan kurallar’ olarak algılamasak da, gene de yazı, damıtılmış düşüncenin ürünü olduğuna göre, hayattan yansımaların yazının debisini oluşturduğu gerçeğini yadsıyamayız.
Burada amacım yazı/yaşam karşılaştırması yapmak değil… İki uçta duran, birbirini etkileyen, yerine göre biçimleyen yazı ile yaşamın öznesi ‘insan’ın bunlara bakışı, bunlarla yol almasının getirdiği kazanımların anlamını sorgulamaktır asıl düşüncem.
Sözü Szabo’dan açtım, ona dönmek isterim gene. Roman/öykü karşılaştırmasını yaparken şunların altını çizer, Szabo’:
“Hikâye de, roman da uçup giden zaman içinde bir hayat parçası, sadece kesilmiş bir hayat parçası verir, çünkü insanlık olaylarının sürekli sağanağında ayrı bir bütünlük olamaz; çünkü hayata doğuşumuzla başlamayız, ölümümüzle de hayat sona ermiş olamaz; benliğimiz de sadece kendimizden ibaret kalmayıp bin bir geçmiş, yaşayan ve gelecek başka kişileri ifade eder; eylemlerimiz de sadece kendi eylemlerimiz değil, binlerce yabancı kişilerin başlarından geçen şeylerdir; (…) çünkü başlangıç yoktur, son yoktur, ayrı bir kişilik, ayrı bir kader yoktur, ebedi hayatta sadece tek bir şey, şekilsiz zaman içinde edebî bir sağanak gibi dökülen ve dökülüşünün her anında, geçmişte, şimdiki amanda, gelecekte bir tek ve sayısız milyonlarca insan vardır.” (*)
Evet, akıp giden hayatın içinden çıkarıp aldığımızdır yazı. Anlamın peşinden giden insan, düşünce eylemini gerçekleştirdiğinde anlamlandırandır da.
Yazıyı/yazmak eylemini bir ifade yolu/biçimi olarak seçtiğimizde; hayatın akışkanlığına bakarken, belirli bir noktadan bir önceki ân’da, dün’e, geçmişte olup bitenlere uzanırız. İmgelerden, olaylardan, durumlardan da yola çıksak, o ân’ın çağrıştırdıkları üzerine yeni ‘söz’ söyleriz yazarken.
İşte bu anki yazıya girişme eyleminde ifade biçimimizi belirleyen de kendi donanımımız, bakışımız, hayat ve yazıyla aramızdaki bağın getirdikleridir.
Yazınsal disiplinlerdir bu süreç sonrasını biçimleyen.
Ben, burada, öykünün/romanın kuruluş düşüncesini, hayatımızdaki yerini açmak isterim.
Szabo, gene bu konuya dönerken, şunların altını çiziyor/çizer:
“İmdi hikâye, bu hayat parçasını öyle sunar ki, bunun olmuş ya da olabilecek bir hayattan koparılmış bir sayfa olduğunu görmek mümkündür. Roman ise hayatı evrensel bir sentez olarak verir: daha doğrusu yazar, birbiriyle çarpışan olaylarda, birbirine dolaşmış olarak sürüp giden insan davranışlarında büyük bir birlik görür ve roman bu birliğin aksettirilmesidir. Hikâye tipik, ya da ilgi çekici bir olay olabilir, roman kendi ayrı kuruluşuyla evrensel bir sonuç çıkarma güden büyük bir yapıttır.”
İşte bu noktada da şunu açmak isterim: Roman, yaşamakla yazmak arasındaki örtüyü kaldıran, bizi duygu/düşünce eğitiminden geçirdiği gibi yazmak eyleminin büyüsünü gösteren bir türdür.
Öykü, kendimize doğru yürümeyi, yazı hünerinin ayrıntılarını öğretir.. bence, daha kuşatıcı, sarsalayıcıdır. “Hikâye sonsuz yolun bir kesimidir, romanda sanatçı şekilsiz hayattan başı ve sonu olmayan özel anlamlı ayrı bir bütün çıkarmak çabasındadır.” (D. Szabo)
Bu düşüncenin izlerinden gidersek, yaşamakla yazmak arasındaki ince çizginin anlamını da kavrayabiliriz, diye düşünüyorum.
Madalyonun öteki yüzüne bakacak yani, ‘yazı’/’‘yazmak eylemi’ diye adlandırdığımız disiplinin içerlek anlamını bütünleyen ‘edebiyat’tan söz edecek olursak, insanı, hayatın içerdiği her şeye karşı sorumlu tutan bir yaratma eylemiyle yüz yüze olduğumuzu gözleriz. Bu da, yazan kişiye/yazara elbette ki belirli sorumlulukları yükler.
Yazar ise, bu sorumluluk duygusuyla araç/gereçlerine sahip çıkarak yol alır.
Sözcüklerdir onun araç gereçleri… Ait olduğu yer, dilidir. Düşünün, yazma eyleminin sınırlarını, kara parçasını/anakara’sını belirleyen de budur.
Sartré, “edebiyat, insanlığın durumuna sıkı sıkıya bağlı bir şeydir,” derken, yazarın buradaki duruş yerini de imler aslında.
Şöyle der, Sartré: “… konuşmak, nesneleri, dünyayı değiştirmediğine, kelimeleri yan yana getirmek, durumları bozmadığına göre, yazar sorumsuzca konuşabilir. Madem, edebiyat sözle bardağı değiştiremiyor, yapacak bir işi kalıyor: o da kelimelerle bardağı kopya etmeye çalışmak, gerçekçi ressamın kopya ettiği gibi. Bu da ne olacak: bardağın bendeki türlü türlü izlenimlerini anlatmak. Böylece, konuşmak, işin ve gerçeğin kıyısında, gerçeği değiştirmeden yansıtan bir anlamlar dünyası kurmak olmuyor mu? Edebiyat da, tıpkı bilinç gibi bir gölge-olay sayılmış oluyor.” (**)
Yazar, bu eylemi, yazı girişimiyle hayatın kapalı/örtük yanını aydınlatır. Söze anlam yükler… Değişimi, dönüşüm süreçlerini gösterir. Ona, bilinç aşıcısı, kışkırtıcı gözüyle de bakabiliriz aslında.
Yazarak konuşandır, yazar… Ama belirli bakışı; sözü olduğu için bunu seçmiştir.
Sartré ise, ona, bu bağlamda şöyle bakılmasını ister:
“Bir yazar, dünyanın şu ya da bu durumu üstüne söz etmedi mi, ona sorabiliriz: Niçin şundan söz ettin de, bundan etmedin? Madem bir şeyler değiştirmek için konuşuyorsun –çünkü başka türlü konuşulamaz- niçin şunu değil de bunu değiştirmek istiyorsun? (…) Her zaman şu soruya karşılık vermesi gerekir: Değiştirmek istediğin nedir? Niçin o değil de bu?
Onun için yazara sormalıyız: niçin ve ne üstüne konuşmak istiyorsun?”
Bu düşünce de bizi, yazarın buluşmak istediği noktaya, varmak istediği yere götürür.
___________
(*) Sürüklenen Köy, Dezsö Szabó, Çev.: Sadrettin Karatay, MEB Yay., 1. Cilt: 1963, 339 s.
(**) Çağımızın Gerçekleri, Jean-Paul Sartré, Çev.: Sabahattin Eyuboğlu-Vedat Günyol, Çan Yay., 1973, 111 s.
edebiyathaber.net (7 Şubat 2023)