Neden geldik dünyaya, neden burası, neden ben… Hiçbirine verilecek doğru dürüst cevabımız yok. Bir taraftan da sonu olan yaşamın içinde sonsuzluğa kulaç atmaya çalışıyoruz. Ama yeni rotalara karşı yelken açmak… “Rüzgârlar gibidir hayatımızın imkânları, yine de insan neden cesaret etmez ki yelken açmaya? Her şey yaşanmamış bir hayattan daha iyidir, hatta felaket bile. Acı, ümitsizlik, cürüm, her şey ama her şey boşluktan daha iyidir!” diyor Max Frisch kendi yaşamından izler taşıyan ‘Sessizliğin Yanıtı’ adlı eserinde. Otuz yaşındaki bir dağcının hayatın sıradanlığına karşı varoluşunun sınırlarını zorladığı arayışın hikâyesi bu.
Yakında evlenip toplumun kalıplarının içine girecek ve ondan beklenilenleri yapacak olan dağcı yaşamı kendisine biçilen bir giysi olarak görüyor. İşte tam burada ‘Dur diyor kendine, sıradanlığın kafesinde nasıl eriyip bittiğini gör.’ Hayatında ilk kez kendine ait bir şey başarma düşüncesiyle, cesaretini toplayıp, kimsenin canlı dönemediği Nordgrat’a tırmanmaya karar veriyor. Hem geçmişiyle hem de geleceğiyle bir hesaplaşma bu onun için. Yazar, yaşamda ne yapabildim ve neyi yapabilirim sorularıyla baş başa bırakıyor okuru. Tıpkı ‘Sorular Sorular Sorular’ adlı kitabında olduğu gibi… Yanıtları vermeden… Sessizliğin içinde yanıtlarını arayan kahramanıyla, hayatı bir kez heba ettiğimizde geri dönüşün olmayacağını, yaşamın tek sorumlusunun bizler olduğunu hatırlatarak…
“…İnsan ertesi sabah bir adım bile ilerlememiş olduğunu bile bile ayağa kalkmak zorundadır, bilinmezliğe doğru, inançtan, amaçtan yoksun, manadan yoksun, her şeyden ve her türlü maharetten yoksun, böylece insan giderek yaşlanır, içi daha da boşalarak…” Tam bir umutsuzluk içinde kahramanımız. Yolunu, amacını kaybetmiş; kendine biçilen rollerin içine sıkışmış… Dağa çıkıp hiç kimsenin yapamadığını yapmak… Hayatın tüm akışındaki düzeni sarsmak… Nordgrat’a çıkarak, kahramanca bir eyleme ya da ölüme gitmek. Sorgularken yaşamı bir taraftan çıkışı aramak derdi aslında. Kahramanca eylemin kahramanlığı meselesine dikkat çeker Frisch. (Kendisi de iyi bir dağcı olan yazarın Nordgrat’ı (Eiger Dağı) seçmesi ise faşist kahramanlık kültürüne de bir eleştiri. Ölüm Duvarı diye adlandırılan bu dağa çıkmayı bir Almanın başarmasını isteyen Hitler’e bir gönderme.)
Peki, neden hayatımızı yaşayamıyoruz, bu dünyada sadece bir defaya mahsus bulunduğumuzu bildiğimiz halde! İşte sorulması gereken bu… Hayal ettiğimiz dünyayı neden inşa edemiyoruz? Ya dağcı? İnsanın diğerleriyle aynı çizgiye indirgenmesine gündelik yaşamın sanki gerçek yaşanmışlık gibi algılamasına karşı sadece… Zirveye çıktığında neyin değişeceğini bilmese de tüm manasız beyhude çabalara karşı hayatın anlamının peşine gitmek tek istediği. Ölme ihtimalinin hayatta kalma ihtimalinden daha yüksek olduğu bir duruma adım adım ilerlemek… Hayalini gerçekleştirdiğinde başka biri mi olacak peki? Bir özlemden, gerçek bir hasretten yoksun kalanın payına düşen hırstan başka nedir ki?
Sıradanlığa karşı verdiğimiz her eylem başka kişi olma sancımız, varoluş sanrılarımız… Sıradanlığın içinde yok olup gitmekten korkmamıza rağmen mücadele etmeyişimiz… Sıkışıp kaldığımız umutsuzluk kozamızdan çıkamadığımızda sığındığımız bahaneler… Suçu başkalarının üstüne atışımız… Ya tüm bunlarla cebelleşirken elimizin altından kayıp giden zaman… Kaçırdığımız o an’lar… Değiştirebileceğimiz tek zaman dilimi değil mi?
Yeni tanıştığı İrene’ye gündelik hayatın olmadığı, hiç kimseyi tanımadıkları bir yere, herhangi bir bağ olmaksızın her şeyden uzak gerçekten yaşayabilecekleri bir yere gidelim derken istediği aslında alışkanlıkların olmadığı bir hayat. Yaşamaya değer bir hayat bu onun için. Böyle bir yaşamın olmayacağını bilmesine rağmen… “Hesapsız kitapsız, yıpratıcı bir hayat belki de, fakat buna yaşamak denir işte! Bir başına herhangi bağın olmadan bir adresin olmaksızın tüm rüzgârlara açık…” Her günü son günüymüş gibi yaşamak… Yaşamı bir bayrak yarışına benzetir; amacı ve sonu olmayan bir bayrak yarışına… Bu yarışta bize söylenen şudur; “Koş bununla, yirmi ya da yetmiş yıl.” İnsan elinde ne olduğuna bakmaksızın koşar, bayrağı bir diğerine vererek… O kadar boş bir koşudur ki bu… Bir çemberin etrafında durmadan dönüp durur. Hem de kuşaktan kuşağa… “…belki de çemberin ortasında sevgili Tanrı oturup ve eğlencesi bitmesin diye bizi yüzlerce tutkuyla kırbaçlayıp karnı ağrıyıncaya kadar gülüyordur.”
Sağ kolu ceketinin içinde saklı yabancı bir parça gibi duran dağcı sadece uyumak ister. Sağ kolunu belki ayaklarından birini yitirecek olması bile umurunda değildir. Nasılsa yüzük takabileceği sol eli vardır. Çalışabilir eksiksiz bir baba ve öğretmen olabilir. Ama o zirvede yaşadığı muazzam sessizlik… Onu asla dile getirmeyecektir. Hikâyenin kahramanının yaşadığı hiçbir şeyi anlatmayışı… Yazarın sürekli sessizliğe verdiği atıf aslında… Anlatılmayan anlatılamayanın dili; sessizlik… Belki de hayatta yanıtlanmayan, yanıtlanamayan sorularının sessizliği… Yitirdiği şeyler olsa da artık kolayca heba edebilecek sıradan hayat, küçümsenebilir hayat diye bir şey yoktur onun için. Kaderin insanın kendisi tarafından yaratıldığına da ikna olur. Ya içindeki o boşluk?
Hayatta aslında kör olduğumuzu, her şeyi el yordamıyla aradığımızı söyleyen Frisch’e göre zaten dünyanın mükemmel ve berrak güzelliğini görmemiz imkânsız. Bu bir rüya… Ama ne olursa olsun ne yaşarsak yaşayalım yine de umut etmeye hakkımız yok mu? Hayatı sorgulayıp olanı olduğu gibi kabullenmek yerine değişime zorladığımızda insan olmanın erdemine ulaşmaz mıyız? Kim bilir belki bir gün bizde kendi dağımızın zirvesine çıkar kapasitemizi sonuna kadar kullanıp gerçek doyuma ulaştığımız yaşamın içinden sessizliğin sesi oluruz. Yeter ki yaşamın ciddiyetle ele alınması gereken bir arayış olduğunu unutmayalım.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
Nazım Hikmet
Kaynakça:
Max Frisch, Sessizliğin Yanıtı, Kolektif Kitap
Max Frisch, Sorular Sorular Sorular, YKY
edebiyathaber.net (16 Mart 2022)