28 Şubat 2015 tarihinde aramızdan ayrılan usta yazar Yaşar Kemal’le kısa süre önce bir araya gelen Feridun Andaç’ın yazısını yeniden yayımlıyoruz:
Adnan Binyazar’la her buluşmamızda mutlaka Yaşar Kemal’den söz ederiz. Yazdıklarına döneriz sıklıkla. Bu kez de bir panelde yan yana gelince, gelenek üzerine konuşuyorduk. O, sözünü bağlarken, İnce Memed’in dördüncü kitabına gönderme yaparak geleneksel anlatının modern düzyazıda nasıl biçim aldığına örnek olarak Yaşar Kemal anlatısının bir Dede Korkut anlatısı kadar etkili, renkli, güçlü olduğunu dile getirmişti.
Ona dair her söz, her anış, anıştırma bende dönüp yeniden yeniden Yaşar Kemal anlatılarını okuma isteği doğurur.
Daha geçenlerde, bir dersimde, Shakespeare’in Macbeth’inden söz ederken, sözü Yılanı Öldürseler’e getirmiş, bu roman üzerine yazdığımda Macbeth’i okumadığımı, ama şimdi okuduğumda ise Yılanı Öldürseler’de Shakespeare’in sesini bulduğumdan bahsetmiş, bu kez karşılaştırmalı bir yazı kaleme alma gereğini hissettiğimi söylemiştim.
Evet, Shakespeare anlatılarına bakarak Yaşar Kemal’i okumak… Olağanüstü bir zenginlik. Ama bir Stendhal de öyle değil mi? Parma Manastırı’ndaki “manastır” imgesi başlı başına bir “Çukurova”dır aslında. Yaşar Kemal, onun aynasına yansıyanları gören/anlayan bir anlatıcıdır. Yoksa her yeni romanına başlarken Stendhal’i uğrak yazarı kılmaz.
Ya onun Faulkner’la akrabalığına ne demeli? Bir yeri/bir toprağı anlatısının anakarası kılarak kendi Çukurovasını yaratmak nasıl bir şey; işte Faulkner’ın Yoknapatawpha’sına dönünce anlıyorsunuz.
Gene de, ben, bir atın terkisinde İbrahim dedemle çıktığım bir yolculuğun bizi taşıdığı Umudum köyünün yaylasında, o iki dağın arasındaki cennette İnce Memed’in sayfalarına gömülerek dünyayı unutmamı çocukluğumun bana bağışladığı en değerli an olarak hatırlarım. Ötesi, hatırlamak ne söz, yaşarım. Şunca yıldır, Yaşar Kemal’i çalışma masalarımdan birine, kitaplığımın bir bölümüne daimi konuk etmem yoksa başka nasıl açıklanabilir!? Çocukluk arkadaşım Halim Yalçın’ın çizdiği Yaşar Kemal portresi de otuz yıldır o masanın yanıbaşındadır.
Onun her bir anlatısına dönünce yeni bir şey yazmak/düşünmek sizi kendine çeker. Öyle ki; insan yüzleri, doğanın bin bir nebatatı börtü böceği, yeryüzünün bütün renkleri kokuları tatları sizi hemence çekip alır. İnsanın beş duyusuna seslenen yazarlar soyundandır o. Bir yerde Cervantes, diğer bir yerde Dostoyevski, bir başka uçta Tolstoy vari bir sesle kuşatır sizi.
“Kimsecik” üçlemesinin Mustafa’sına döndüğünüzde Kafka ile Freud çıkar karşınıza ansızın. Kuşlar da Gitti’de Sait Faik’ten el alan bir ustanın diline/bakışına hayran kalırsınız.
Basınköy’deki evinde buluştuğumuz 1987 baharını nasıl unuturum. Gidip gelmeye başladığım günlerin birinde Thilda, önüne koyduğum bendeki Yaşar Kemal arşivinin kaynakçasına göz atarken: “A çocuk, sendekiler bizdekilerden daha fazla, nereden toparladın bunca şeyi?!” diyerek şaşkınca seslenmişti Yaşar Kemal’e de: “Yaşar, bu çocuk seni yakalamış ona göre!”
Thilda bu sözüyle ne demek istemişti? Bunun anlamını ancak oğlu Raşit’i tanıdıktan sonra kavrayacaktım. O günlerde Toros Yayınları’nı bin bir heyecanla kurmuş, Yaşar Kemal’in bütün yapıtlarını yayımlamaya başlamıştı. Eğer sürdürebilseydi, çok daha iyi şeyler yapacaktı Raşit.
1960’ların sonuna doğru başlayan Yaşar Kemal yolculuğum o gün bugün kesintisiz sürdü. Yapıtları üzerine yazdığım ikinci kitabı tamamladığım şu günlerde ona dair bir başka çalışmada da adım adım yol aldığımı söylemeliyim. Kavramlardan yolu çıkarak onun roman dünyasını açımlayan bu çalışmamda ilerlerken, Yaşar Kemal’in anlatı dünyasının roman sanatına, düzyazımızın kurulmasına katkısını gösterecek zenginlikler içerdiğini bir kez daha gözlediğimi belirtmek isterim.
Onu her özlediğimde ya sesini duymak, konuşmak ister ya da dönüp İnce Memed’in, “Kimsecik” üçlemesinin, “Dağın Öte Yüzü”nün herhangi bir cildinden pasajlar okumaya veririm kendimi. Zaman zaman da onun anlatılarındaki atları çizmeyi sürdürmeyi istemişimdir. Uzun süre önce başlayıp bırakmıştım bunu. Sonra anlattığı kartalları, bazı kuşları, bitkileri…
Ve hep aklımın bir köşesinde beni kışkırtan, “Dört Mevsimde Yaşar Kemal” belgeseli ve fotoğraf albümü… Yapıtlarının izinden, onun anlatı anakarasından yola çıkarak böyle bir çalışmayı nicedir tasarlıyorum.
“Yeryüzü Yaşar Kemal, ” deyip yazdığım bir metinde şunları söylemiştim:
O ilk adımda seni gür sesiyle karşılayan bir destan kahramanıyla yüz yüzesin. Kıpır kıpır yüreği. Coşkulu mu coşkulu. Elleri menevişli, her bir sözü umut, sevgi, anlam dolu. Menekşeli balıkçılara da sorsan onu böyle anlatacaklardı, eminim!
Bir sözünü anımsamıştın: “Durup donmaktansa, yeni sınırlar denemek, yeni aşamalara varmak, daha iyi. Ama yenilik uğruna yapmacıklık, yalancılık… İşte bunu yutmamak gerek. Bu daha zararlı.”
Sonra, şunu düşünmüştüm, ilk sözü “Bir Ada Hikâyesi”ne getirmeden: Bu büyük usta, yazdıklarıyla önümüzdeki yalan karanlığını aydınlatıyor, yapmacık edebiyatı dolaşıma sürenlerin boyalarını döküyordu. İşte, yeni ‘Nehir romanı’ “Bir Ada Hikâyesi”nin ilk iki kitabı Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, ve Karıncanın Su İçtiği bir anıt gibi orada duruyordu. Her sözüyle hayata yüzünüzü dönüyordunuz. İçinizden bir ses: Şimdi, yeryüzü Yaşar Kemal, diyordu. Bir okuma şenliğinin sesinin, renginin ne olabileceğini de anlatıyordu. Okurunu avlamayan, tuzaklar kurup yanıltmayan bir yazı ustasıyla yolculuğun zamanıdır şimdi.
Evet, onu özlediğinizde Türkçenin tınısını, Anadolu’nun birikimini, Akdeniz’in sesini duyup öğrenmek isteğinizde dönüp dönüp okumalısınız Yaşar Kemal’i…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (18 Kasım 2014)