Video-öykü uygulamasının ilki sonuçlandı. Sayfada kısa filmi ve filmle ilgili 18 öyküyü bulabilirsiniz.
Edebiyathaber’in video-öykü uygulamasına otuz iki öykü katıldı. Bunlardan Nergiz Uzun’un ve Işıl Akyol’un öyküleri yarım sayfadan uzun oldukları gerekçesiyle sayfalarımızda yer bulamadı. Kalan otuz öykünün on sekizini; çağrışım yoğunluğu, içerik, dil, özgünlük ve olgunluk ölçütlerine göre sıraladık.
Ayrıca, video-öykü uygulamamıza Özel İhlas Karma Anadolu Lisesi Türk Edebiyatı öğretmeni Şebnem Karaca’nın altı öğrencisi öyküleriyle katıldı.
Öyküleriyle katkıda bulunan herkese teşekkür ediyoruz. Video-öykü çalışmasını yeni uygulamalarla sürdüreceğiz.
Öyküleriyle katkıda bulunan herkese teşekkür ediyoruz. Video-öykü çalışmasını yeni uygulamalarla sürdüreceğiz.
Melike Uzun
AYNI DÜŞ
DENİZ YALÇIN
Neden hep aynı düşü görüyorum, neden ayağıma dolanıyor film şeritleri? Hemen çıkmalıyım yataktan, bir hafta oldu onu ziyaret etmeyeli, yine boş boş bakacak bana ama olsun, gitmek gerek, aynı yastığa baş koyduk onca sene, sonra da emekli maaşımı çekip toruna para göndereyim, sefil olur yoksa çocuk, hemen çıkmalıyım yataktan, ama, o şeritler neden dolanıyor ayaklarıma?
DENİZ YALÇIN
Neden hep aynı düşü görüyorum, neden ayağıma dolanıyor film şeritleri? Hemen çıkmalıyım yataktan, bir hafta oldu onu ziyaret etmeyeli, yine boş boş bakacak bana ama olsun, gitmek gerek, aynı yastığa baş koyduk onca sene, sonra da emekli maaşımı çekip toruna para göndereyim, sefil olur yoksa çocuk, hemen çıkmalıyım yataktan, ama, o şeritler neden dolanıyor ayaklarıma?
ŞIMARIK KEDİ
ONUR ÇALI
“Sis, Carl Sandburg’un dile getirdiği gibi, bir yavru kedinin sessiz ve yumuşak adımlarıyla çöker. Önce eşyalarınızı bulamamaya başlarsınız; sonra sık sık kullandığınız sözcükleri, daha sonra en son tanıştığınız kişilerin adlarını anımsamakta zorluk çekersiniz.” “Her şeyi unutmaya başladım genç dostum. Bazen cümlenin ortasında pat! kalıyorum, doğru sözcüğü bir türlü hatırlayamıyorum. Arkadaşlar anılarımızı anlatıyorlar, ayıp olmasın diye hatırlamış gibi yapıyorum. İnanmadığım tanrının bana verdiği ceza da bu olsa gerek. Tam isabet! Tanrı unutmaz, unutmuşum bunu.”
Anılarına onun kadar önem veren, geçmişine sahip çıkan bir adama verilebilecek en “güzel” ceza bu olabilirdi. Bazen şımarık bir kedinin –şımarık olmayanı var da sanki- elinden alır gibi oluyor yumağı, çekiyor biraz, hatırlar gibi oluyor ama sonra kayıp gidiyor yumak. Kedi şımarık olduğu kadar acımasız. Zaten hiç sevmemiştir kedileri, hatta korkmuştur onlardan.
“O zamanlar, yazmanın ön koşulu gibiydi kedi sever olmak; çok dalgasını geçerdik bunun. Bununla ilgili çok güzel bir öykü var; ben yazmışım, öyle diyorlar. Aslında hatırlıyor gibiyim ya… Neyse…Bak bak, gel buraya, attığım negatifleri mahallenin delisi almış gidiyor. Oh be, kurtuldum hatırlayamadığım anılarımdan. Şimdi sıra bu kitaplarda…”
ONUR ÇALI
“Sis, Carl Sandburg’un dile getirdiği gibi, bir yavru kedinin sessiz ve yumuşak adımlarıyla çöker. Önce eşyalarınızı bulamamaya başlarsınız; sonra sık sık kullandığınız sözcükleri, daha sonra en son tanıştığınız kişilerin adlarını anımsamakta zorluk çekersiniz.” “Her şeyi unutmaya başladım genç dostum. Bazen cümlenin ortasında pat! kalıyorum, doğru sözcüğü bir türlü hatırlayamıyorum. Arkadaşlar anılarımızı anlatıyorlar, ayıp olmasın diye hatırlamış gibi yapıyorum. İnanmadığım tanrının bana verdiği ceza da bu olsa gerek. Tam isabet! Tanrı unutmaz, unutmuşum bunu.”
Anılarına onun kadar önem veren, geçmişine sahip çıkan bir adama verilebilecek en “güzel” ceza bu olabilirdi. Bazen şımarık bir kedinin –şımarık olmayanı var da sanki- elinden alır gibi oluyor yumağı, çekiyor biraz, hatırlar gibi oluyor ama sonra kayıp gidiyor yumak. Kedi şımarık olduğu kadar acımasız. Zaten hiç sevmemiştir kedileri, hatta korkmuştur onlardan.
“O zamanlar, yazmanın ön koşulu gibiydi kedi sever olmak; çok dalgasını geçerdik bunun. Bununla ilgili çok güzel bir öykü var; ben yazmışım, öyle diyorlar. Aslında hatırlıyor gibiyim ya… Neyse…Bak bak, gel buraya, attığım negatifleri mahallenin delisi almış gidiyor. Oh be, kurtuldum hatırlayamadığım anılarımdan. Şimdi sıra bu kitaplarda…”
ELENİ
GÜLTENNUR BATMAZ
GÜLTENNUR BATMAZ
“İnsan alışmaz yalnızlığa” ah, ah Lale Müldür. Şiirler asılsızdırlar oysa. Şiirler asılsızdırlar yokluğun ne kadar asıllıysa.
Karnımda eski, kavuniçi bir sonbahar. Nasıl haşlanıyor karnım. Yağmurun içinden geçiyorum. Eleni. Karım. Karnım bahar ve haşlanıyor ve yağmur yağıyor, hayra yormamı bekleme benden bunu. Çocuklar gibi heyecanlanırdın burada olsan, kendisine özel yetenekler bahşedilmiş özel biriymişsin gibi dikkatle ve biraz da vakarla geçerdin yağmurun içinden. Yağmurun içinden geçip benim dünyama çıkardın Eleni, karnımda sonbahar değil sen olurdun o zaman beyaz-sonsuz ellerinle. Ah Eleni, çocuksun! Ah Eleni çocuğum! Ah Eleni çocukluğum!” İnsan alışmaz yalnızlığa”, tam alışacak gibi olur yağmur yağar, tam alışacak gibi olur bir kadın geçer önünden elleriyle. Tam alışacak gibi olur üşür. İnsan alışmaz yalnızlığa Eleni ama şiirler, onlar asılsız olmalılar değil mi? Tanrının kanunlarını arkadan dolaşıp, bir dizeyi (ki olsa olsa bu olurdu bu dize) boynuma dolayıp intihar etmek vardı oysa benim aklımda. Tanrıya cevabım hazırdı, şiirler asılsızdı! Ama işte Eleni “insan sahiden alışmaz yalnızlığa” Tam alışacakken eski fotoğrafların negatifleri dolaşır da ayağına, dokunsalar ağlayacaktır da, dokunmazlar, ağlayamaz. Böyle işte Eleni.
Karnımda eski, kavuniçi bir sonbahar. Nasıl haşlanıyor karnım. Yağmurun içinden geçiyorum. Eleni. Karım. Karnım bahar ve haşlanıyor ve yağmur yağıyor, hayra yormamı bekleme benden bunu. Çocuklar gibi heyecanlanırdın burada olsan, kendisine özel yetenekler bahşedilmiş özel biriymişsin gibi dikkatle ve biraz da vakarla geçerdin yağmurun içinden. Yağmurun içinden geçip benim dünyama çıkardın Eleni, karnımda sonbahar değil sen olurdun o zaman beyaz-sonsuz ellerinle. Ah Eleni, çocuksun! Ah Eleni çocuğum! Ah Eleni çocukluğum!” İnsan alışmaz yalnızlığa”, tam alışacak gibi olur yağmur yağar, tam alışacak gibi olur bir kadın geçer önünden elleriyle. Tam alışacak gibi olur üşür. İnsan alışmaz yalnızlığa Eleni ama şiirler, onlar asılsız olmalılar değil mi? Tanrının kanunlarını arkadan dolaşıp, bir dizeyi (ki olsa olsa bu olurdu bu dize) boynuma dolayıp intihar etmek vardı oysa benim aklımda. Tanrıya cevabım hazırdı, şiirler asılsızdı! Ama işte Eleni “insan sahiden alışmaz yalnızlığa” Tam alışacakken eski fotoğrafların negatifleri dolaşır da ayağına, dokunsalar ağlayacaktır da, dokunmazlar, ağlayamaz. Böyle işte Eleni.
BEN KİMİM
ŞENOL DEMİROĞLU
Yaşamın donduğu noktadayım. Ne ileri gidebilirim artık ne geri. Görüntülerden medet umabilirim sadece; zamanın kılçıklarına takıldıkça büyüyen puslu bulanık görüntülerden: Bir çocuğun sıkıca kavradığı parmaklarım belki. Ya da çocuğun kendi. Unutulmaya yüz tutmuş kopuk bir film şeridi de olabilirim, şeritteki hikâye parçacıklarından bana en çok benzemeyeni de. Ne yana dönsem kendime çarptığım bir hükmün mâhkumuyum sanki: Çok uzağınızda da olabilirim, tam içinizde de. Gördükçe çoğalır, çoğaldıkça yok olur gibiyim. Ve ne ileri gidişler var şimdi, ne de geri dönüşler. Puslu bulanık bir aşk ve miadını doldurmuş bir yaşam var sadece. Durmadan soruyorum: Ben kimim?…
YÜKSÜK RUH
ASLI SUNA GÖYNÜK
Gri bir sonbahar sabahı. Gün parça parça, çeşit çeşit boncuk hayatlarla dolu bir kavanoz. Her şey kendi varlığına ilişkin olanı yaşamak için uyanmış sanki. Hep yeni gibidir senin için bu mevsim, bu kalabalık şehir, bu sokak taşları. Bir tek yalnızlığın eskidir, buzul çağdan kalmış kadar. Ve unutman; uyumak kadar olağan, ağır gölgesini üzerinden kaldırdığından beri zaman. Bu yüzden henüz habersizsin geçmişini bir yüksük gibi koruyup, saklayan ruhundan.
Sonbaharın gri aralığından adımlamaya başlıyorsun sokakları. Sıradan bir gün olmadığını fark ediyorsun duyduğun bir hışırtıdan. Sesin geldiği yere, ayaklarına eğiliyorsun, belli belirsiz bir şaşkınlıkla tutup kaldırıyorsun geçmişini yerden. Gözlerinin uğurlu nazarına, ait olduğu yüksekliğe çıkarıyorsun. Çocukluğun, çocuğun, ailen… Anılar yaprak döküyor adeta.
Geçmiş; içinde, sevdiklerinin gülümsediği gözyaşı damlası oluyor akarken yüzünde. Sokaklar, parklar ve banklar sadece anıların canlanmasına hizmet eden, hayatını gösteren sinema makinesine dönüşüyor bir anda. Manevi bir mıknatıs gibi çekiliyorsun hatıralar tarafından. Geçmişin bir film şeridi gibi uzadıkça uzuyor geriye.
Usul usul dönüyorsun, seni bu yolda yolcu kılan, gizlice eşlik eden sana, menzil gösteren anı’sal yaprakları sürüklüyorsun arkandan.
Süzülürcesine giriyorsun eve. Albüm, bir başucu kitabı gibi orta yerde duruyor. Bir tahterevalliye dönüyor için. Bir yanın hüzün bir yanın neşe içinde. Felçli bir tarafın, sapasağlam öbürüyse. Mekânsızlık âleminde gezinir gibisin.
O kadar bulaşıyorsun ki karelerine o yitirilmişliğin, artık anılar gerçek, gerçek dünyaysa düşten ibaret oluyor. Geçmiş, şimdiki zaman kadar somut ve duyulan, şimdiki zaman ise geçmiş kadar uzak ve hayal oluyor.
“sınır yoktur o parlak ruhlara/ ve bir özlem sanki günah için/
geçer düşlerinden ara sıra.” R. M. Rilke.
ŞENOL DEMİROĞLU
Yaşamın donduğu noktadayım. Ne ileri gidebilirim artık ne geri. Görüntülerden medet umabilirim sadece; zamanın kılçıklarına takıldıkça büyüyen puslu bulanık görüntülerden: Bir çocuğun sıkıca kavradığı parmaklarım belki. Ya da çocuğun kendi. Unutulmaya yüz tutmuş kopuk bir film şeridi de olabilirim, şeritteki hikâye parçacıklarından bana en çok benzemeyeni de. Ne yana dönsem kendime çarptığım bir hükmün mâhkumuyum sanki: Çok uzağınızda da olabilirim, tam içinizde de. Gördükçe çoğalır, çoğaldıkça yok olur gibiyim. Ve ne ileri gidişler var şimdi, ne de geri dönüşler. Puslu bulanık bir aşk ve miadını doldurmuş bir yaşam var sadece. Durmadan soruyorum: Ben kimim?…
YÜKSÜK RUH
ASLI SUNA GÖYNÜK
Gri bir sonbahar sabahı. Gün parça parça, çeşit çeşit boncuk hayatlarla dolu bir kavanoz. Her şey kendi varlığına ilişkin olanı yaşamak için uyanmış sanki. Hep yeni gibidir senin için bu mevsim, bu kalabalık şehir, bu sokak taşları. Bir tek yalnızlığın eskidir, buzul çağdan kalmış kadar. Ve unutman; uyumak kadar olağan, ağır gölgesini üzerinden kaldırdığından beri zaman. Bu yüzden henüz habersizsin geçmişini bir yüksük gibi koruyup, saklayan ruhundan.
Sonbaharın gri aralığından adımlamaya başlıyorsun sokakları. Sıradan bir gün olmadığını fark ediyorsun duyduğun bir hışırtıdan. Sesin geldiği yere, ayaklarına eğiliyorsun, belli belirsiz bir şaşkınlıkla tutup kaldırıyorsun geçmişini yerden. Gözlerinin uğurlu nazarına, ait olduğu yüksekliğe çıkarıyorsun. Çocukluğun, çocuğun, ailen… Anılar yaprak döküyor adeta.
Geçmiş; içinde, sevdiklerinin gülümsediği gözyaşı damlası oluyor akarken yüzünde. Sokaklar, parklar ve banklar sadece anıların canlanmasına hizmet eden, hayatını gösteren sinema makinesine dönüşüyor bir anda. Manevi bir mıknatıs gibi çekiliyorsun hatıralar tarafından. Geçmişin bir film şeridi gibi uzadıkça uzuyor geriye.
Usul usul dönüyorsun, seni bu yolda yolcu kılan, gizlice eşlik eden sana, menzil gösteren anı’sal yaprakları sürüklüyorsun arkandan.
Süzülürcesine giriyorsun eve. Albüm, bir başucu kitabı gibi orta yerde duruyor. Bir tahterevalliye dönüyor için. Bir yanın hüzün bir yanın neşe içinde. Felçli bir tarafın, sapasağlam öbürüyse. Mekânsızlık âleminde gezinir gibisin.
O kadar bulaşıyorsun ki karelerine o yitirilmişliğin, artık anılar gerçek, gerçek dünyaysa düşten ibaret oluyor. Geçmiş, şimdiki zaman kadar somut ve duyulan, şimdiki zaman ise geçmiş kadar uzak ve hayal oluyor.
“sınır yoktur o parlak ruhlara/ ve bir özlem sanki günah için/
geçer düşlerinden ara sıra.” R. M. Rilke.
ÇEKİLMİŞ BİR FİLME SİNOPSİS
DENİZ ÇETİN
Adam yol ağzında nereye gideceğini bilemez beklerken caddeden karşıya geçen insanlar arasında kırmızı şemsiyeli bir çocuk görünür. Çocuk adamın yanına geldiğinde kol saatini düşürür. Adam yerden saati alıp çocuğa uzatır. Çocuk gülümser. Saati adamın koluna takar ve uzaklaşır. Adam yürümeye başlar. Saati geriye doğru akıyordur. Bir bankta oturup saatine bakar. Geçmiş resim gibi gözünün önündedir. Silikleşmeye başladığı ilk andan itibaren tüm susturulmuşluğunu yeniden görür. Kan ter içinde uyanır adam. Kalkıp emin adımlarla yürür. Ayak izleri de belirginleşir her adımda.
DENİZ ÇETİN
Adam yol ağzında nereye gideceğini bilemez beklerken caddeden karşıya geçen insanlar arasında kırmızı şemsiyeli bir çocuk görünür. Çocuk adamın yanına geldiğinde kol saatini düşürür. Adam yerden saati alıp çocuğa uzatır. Çocuk gülümser. Saati adamın koluna takar ve uzaklaşır. Adam yürümeye başlar. Saati geriye doğru akıyordur. Bir bankta oturup saatine bakar. Geçmiş resim gibi gözünün önündedir. Silikleşmeye başladığı ilk andan itibaren tüm susturulmuşluğunu yeniden görür. Kan ter içinde uyanır adam. Kalkıp emin adımlarla yürür. Ayak izleri de belirginleşir her adımda.
EKSİK
BURAK DUMAN
Bugün uyanmayı unutmuşum. Üstüne evden çıkarken hissettiğim eksiklik duygusu da binince yaşadığım en güzel çarşamba olmayacağını anlamıştım. Kaybettiğimin ne olduğunu anlamak için bütün ceplerimi yoklarken hayatımı kaybetmiş olmaktan ölesiye korktum. Neyse ki sokağa çıktığımda selam verilecek kadar hayatta olduğumu anladım. Karşımdaki de karşılık verebileceğim kadar yaşıyormuş ki birlikte yürümeye başladık.
“İş hayatı, insanı günlerinin çabucak geçmesini isteyecek kadar hissiz bir aptala çevirir.” dedi. Onun aklına bile gelmeyecek kadar hayatına dahil olduğumu fark etmem biraz acılıydı. Her aksiyonunun öncesinde farkında bile olmadan benim üzerimdeki sonuçlarını düşünüyor olması kendi adıma gururlandırıcı, başka adlar için ne ifade ettiğiyse önemsizdi. Ölmek kadar bireysel ya da öldürmek kadar iki kişi için özel durumlarda bile harici bir kaynak olarak böylesine içerde olacağımı yıllar öncesinde nasıl tahmin edebilirdim? “Herkes kendini mutlu ederse, kimsenin anne ve babasını mutlu etmesine gerek kalmaz.” dedirtti. Bugün oğlumla tanıştım.
BURAK DUMAN
Bugün uyanmayı unutmuşum. Üstüne evden çıkarken hissettiğim eksiklik duygusu da binince yaşadığım en güzel çarşamba olmayacağını anlamıştım. Kaybettiğimin ne olduğunu anlamak için bütün ceplerimi yoklarken hayatımı kaybetmiş olmaktan ölesiye korktum. Neyse ki sokağa çıktığımda selam verilecek kadar hayatta olduğumu anladım. Karşımdaki de karşılık verebileceğim kadar yaşıyormuş ki birlikte yürümeye başladık.
“İş hayatı, insanı günlerinin çabucak geçmesini isteyecek kadar hissiz bir aptala çevirir.” dedi. Onun aklına bile gelmeyecek kadar hayatına dahil olduğumu fark etmem biraz acılıydı. Her aksiyonunun öncesinde farkında bile olmadan benim üzerimdeki sonuçlarını düşünüyor olması kendi adıma gururlandırıcı, başka adlar için ne ifade ettiğiyse önemsizdi. Ölmek kadar bireysel ya da öldürmek kadar iki kişi için özel durumlarda bile harici bir kaynak olarak böylesine içerde olacağımı yıllar öncesinde nasıl tahmin edebilirdim? “Herkes kendini mutlu ederse, kimsenin anne ve babasını mutlu etmesine gerek kalmaz.” dedirtti. Bugün oğlumla tanıştım.
GİDİYOR MUYUM
CİHAT BIYIK
Gidiyorum. Bir yere gidiyordum ben. Nereye gidiyorum ben? Aklımda belli belirsiz ışık oyunları. Gidiyor muyum ki ben? Hatırlıyorum seni, yaşıyorum şu anda. Hatırlıyorum sizi. İlk öpüşünü, ne kadar utandığımı fakat tekrar öpmeni ne kadar istediğimi hatırlıyorum. Ufak bir el, elime dokunurken nasıl olur da tüm ruhumu okşayan bir ışık hüzmesine dönüşebilir? Gözüm kamaşıyor, yaşadıklarım bu kadar mı göz kamaştırıcıydı. Mektuplar, yazdığın mektuplar, okuduğun mektuplar. Kağıt kokusuna karışan kokunu hatırlıyorum. Yüzümdeki ufak tebessümün kıvrımlarını, ellerinle okşadığını ve aldığın kıvrımları yüzünde ne kadar güzel taşıdığını hatırlıyorum. Bir çiçek kokusu var. Sanki çiçek değil de senin kokun var yanımda. Işıkları kim söndürdü? O güzel koku nereye gitti? Peki ruhumu okşayan o el şimdi nerede? Sanırım dışarı çıkıp hava almam lazım. Peki şu anda neden garip bir şekilde beni süzen bu genç kıza bir şeyler açıklamam lazımmış gibi geliyor? Gözlerimi artık açık tutamıyorum…
CİHAT BIYIK
Gidiyorum. Bir yere gidiyordum ben. Nereye gidiyorum ben? Aklımda belli belirsiz ışık oyunları. Gidiyor muyum ki ben? Hatırlıyorum seni, yaşıyorum şu anda. Hatırlıyorum sizi. İlk öpüşünü, ne kadar utandığımı fakat tekrar öpmeni ne kadar istediğimi hatırlıyorum. Ufak bir el, elime dokunurken nasıl olur da tüm ruhumu okşayan bir ışık hüzmesine dönüşebilir? Gözüm kamaşıyor, yaşadıklarım bu kadar mı göz kamaştırıcıydı. Mektuplar, yazdığın mektuplar, okuduğun mektuplar. Kağıt kokusuna karışan kokunu hatırlıyorum. Yüzümdeki ufak tebessümün kıvrımlarını, ellerinle okşadığını ve aldığın kıvrımları yüzünde ne kadar güzel taşıdığını hatırlıyorum. Bir çiçek kokusu var. Sanki çiçek değil de senin kokun var yanımda. Işıkları kim söndürdü? O güzel koku nereye gitti? Peki ruhumu okşayan o el şimdi nerede? Sanırım dışarı çıkıp hava almam lazım. Peki şu anda neden garip bir şekilde beni süzen bu genç kıza bir şeyler açıklamam lazımmış gibi geliyor? Gözlerimi artık açık tutamıyorum…
HAYATIMIN KIRINTILARI
MELİKE ARIKAN
Bir seyirlik zamanda açtım gözlerimi, bir çiçek gibi… Üzerime titrediler yağmurlarla büyüdüm, rüzgârlarla gerindim, güneşle tomurcuklandım ve açtım. Çocuklukta neşe içinde oyundan dönüp de yorgun bedenimi yatağa uzatırken; bir an önce büyümek için, büyüklerin dünyasına girmek için sabırsızlandım. Geleceğe dair mutlu umutlar yeşerttim düşlerimde. Büyüdüm nihayetinde de çocukluğuma geri dönmek istemek niye?
Bir bilet alıp, atlayıp otobüse dönülemiyormuş gençliğe. Takvimden her koparılan yaprak, günlükte her doldurulan bir sayfaydı. Zaman bir döngüydü ve çarkları hep ileri işliyordu. Günlükler doldu, takvimler bir bir yitti.
Geçtiğim yollarda bulduğum anılarımın kırıntılarını yüzümde hüzünlü bir tebessümle topladım bir bir, kimi zaman albümleri karıştırdım, hayatıma açılan bir pencereden bakıyormuşçasına baktım. Anladım ki eski resimleri hayal olmaktan kurtaran hikâyeleri, bendeki izdüşümleri, kiminde çok çirkin çıksam da yırtamadım, kıyamadım yaşadıklarıma, biriktirdim özenle, tarihlerini yazdım üzerlerine kim bilir unutulursa günün birinde…
Sırla kaplı aynalar bilirler mi gözlerimin değişmeyip de yüzümün nasıl bu kadar değiştiğini?
Bir film şeridi şimdi yaşam gözlerimin önünden geçen, başrolde ben, çoktan sahnelenmiş ve ardımda tükenmiş makaralar…
Gelmişimde geçmişimi özlemle anarken, yanaklarımdan süzülen yaşlarla, doymuşken yaşama hala açım.
ŞERİT
GAYE DİNÇEL
Hayatım bir film şeridi gibi geçecek mi gözlerimin önünden? Gidip geri dönenler, öyle olmadığını söylüyor.
Yaşarken geçiyor o şerit, hareket ediyor, ilerliyor durmadan. Ayağıma dolanıyor bazen, gözlerime… Eskimiş… Neşeyle, sevgiyle, kederle ama hep biraz hüzünle bakıyorum. Tatlı bir hüzünle…
Sürüklüyorum bazen onları arkamdan. Kopuveriyor şerit bir yerinden. Yeniden birleştirmek mümkün mü? Eklemek birbirine anları…
Eski fotoğraflar koşuyor yardımıma. Albümün içinden gidiyorum oralara, geri gelmemecesine…
Şeritlerim yanımda, arkamda, önümde belki. Bilmiyorum, hangi sahneler dolacak gözlerime… Sadece yürüyorum. Yolumu açan şarkılarla…
MELİKE ARIKAN
Bir seyirlik zamanda açtım gözlerimi, bir çiçek gibi… Üzerime titrediler yağmurlarla büyüdüm, rüzgârlarla gerindim, güneşle tomurcuklandım ve açtım. Çocuklukta neşe içinde oyundan dönüp de yorgun bedenimi yatağa uzatırken; bir an önce büyümek için, büyüklerin dünyasına girmek için sabırsızlandım. Geleceğe dair mutlu umutlar yeşerttim düşlerimde. Büyüdüm nihayetinde de çocukluğuma geri dönmek istemek niye?
Bir bilet alıp, atlayıp otobüse dönülemiyormuş gençliğe. Takvimden her koparılan yaprak, günlükte her doldurulan bir sayfaydı. Zaman bir döngüydü ve çarkları hep ileri işliyordu. Günlükler doldu, takvimler bir bir yitti.
Geçtiğim yollarda bulduğum anılarımın kırıntılarını yüzümde hüzünlü bir tebessümle topladım bir bir, kimi zaman albümleri karıştırdım, hayatıma açılan bir pencereden bakıyormuşçasına baktım. Anladım ki eski resimleri hayal olmaktan kurtaran hikâyeleri, bendeki izdüşümleri, kiminde çok çirkin çıksam da yırtamadım, kıyamadım yaşadıklarıma, biriktirdim özenle, tarihlerini yazdım üzerlerine kim bilir unutulursa günün birinde…
Sırla kaplı aynalar bilirler mi gözlerimin değişmeyip de yüzümün nasıl bu kadar değiştiğini?
Bir film şeridi şimdi yaşam gözlerimin önünden geçen, başrolde ben, çoktan sahnelenmiş ve ardımda tükenmiş makaralar…
Gelmişimde geçmişimi özlemle anarken, yanaklarımdan süzülen yaşlarla, doymuşken yaşama hala açım.
ŞERİT
GAYE DİNÇEL
Hayatım bir film şeridi gibi geçecek mi gözlerimin önünden? Gidip geri dönenler, öyle olmadığını söylüyor.
Yaşarken geçiyor o şerit, hareket ediyor, ilerliyor durmadan. Ayağıma dolanıyor bazen, gözlerime… Eskimiş… Neşeyle, sevgiyle, kederle ama hep biraz hüzünle bakıyorum. Tatlı bir hüzünle…
Sürüklüyorum bazen onları arkamdan. Kopuveriyor şerit bir yerinden. Yeniden birleştirmek mümkün mü? Eklemek birbirine anları…
Eski fotoğraflar koşuyor yardımıma. Albümün içinden gidiyorum oralara, geri gelmemecesine…
Şeritlerim yanımda, arkamda, önümde belki. Bilmiyorum, hangi sahneler dolacak gözlerime… Sadece yürüyorum. Yolumu açan şarkılarla…
HATIRALARIN PEŞİNDEN
EMEL AVCI
Yürüyorum kalabalıklar içinde karanlığımla, yürüyorum asık yüzlü bir yalnızlıkla. Sancılarla doğuruyor belleğim hatıraların en can yakanlarını, en çok içimi ısıtanlarını. Hem de her şey bütün sıradanlığında akıp giderken; bir an, bütün güzel anların özeti oluveriyor.
Silinti bir kentte izlerimi arıyorum. İzini sürmekten her defasında kaçtığım geçmişimle yüzleşmek için küçücük bir an yetiyormuş meğer. Parça parça olur, dağılırım zannettiğim bu kısacık andan, muazzam bir mutlulukla yeniden doğuyorum. Aydınlığım birden artıyor.
Kendime bir masal anlatıyorum. Yabancı, fakat hayata yalancı olmayan bana… Mucizelerini tek tek ayıkladığımız masalların kuruluğundaki hayata… Kurmaca bir hayat müsveddesini temize çekiyorum en başından. Unutulmayacak bir yağmur istiyorum gözlerime denk düşen.
İşte ilk öpücük, işte evlendiğimiz gün, kızımız işte senin ışıltılı gülümseyişini taşıyan… Yaşamak ve ölmek kaygısından uzak mutluluğumuzu anlatıyorsun bana. Yalnızlığımdan dinliyorum yeniden, kendimi, seni ve kızımızı. Unutulmuş çekmecelere kaldırdığım hatıralar dipdiri gözlerimin önünde. Bu defa yakmıyor canımı zamansız hatırlamalar. Bu defa ben kazanıyorum hayatın oynadığı acımasız oyunu. Seni, kızımı benden alan kaderin karşısına, cesurca çıkarıyorum kutsanmış fotoğraflarımızı hayatın sahici albümlerinden. Mutlu olduğumuz, güzel olan ne kadar hatıra varsa benimle şimdi. Bizi üzenleri kapının dışında bırakıyorum. Keşke eskiden de yapabilseydik bunu. Hayatla alay edebilseydik sevgilim.
Gözlerimin içine bak ey hayat! Bugün yüzleşme vakti! Bugün hatıralarla barışma vakti. Yaşamaya devam edemeyecek kadar yorgunsam da acılara direnecek kadar insanım karşında!
Belki de uzaklardan kulağıma değen güzel bir şarkı gibi olacak mutluluk. Ama senle, anılarla yüzleşecek kadar güçlüyüm şimdi ey hayat! Sen en acımasız oyunlarınla gelmeye devam etsen de ben anılarla güçlenip yaşayacak kadar kalabalığım şimdi.
YOK OLUVERMEK ÜZERİNE…
AYNUR SAKALLIOĞLU
Belki zihnimdeki her anı bir rüyanın kalıntısı. Bu sokaklar. Gülüşün. Yalnızlığımız.
Unutmak için önce hatırlamak, sonra acı çekmek… Ama hiç unutamamak. Hep daha çok hatırlamak. Hayatıma girdin ve çıktın. Ben, kaç kişinin hayatından çıkamadım. Yok olup ardından kocaman bir boşluk bırakan… Hesap yapamadı. Sevdiklerinin içinde olduğu hesaplar içini sızlatıyor.
Yok oldu!
Yok; hiç var olmamış. Ok; içini acıdan en derin yarayı açar. Y; önümde iki seçenek var…
Yok oluvermek, hiç var olmamış gibi oluvermek mümkün mü?
Tüm yaşananlar, zihnine kazınan her kelime, ses, koku birbirine eklenip sağlam bir kement oluşturdu. Yakalayıp, kıskıvrak saran, hareketsiz bırakan o kement, hafızası. Onu alkolle uyuşturuyor, o zaman daha çok hatırlıyor ama acı çekmiyor. Saatine baktı. Gün ortası. Kim olduğunu unutuncaya dek içmek istedi.
Gözlerinden iki damla yaş yuvarlandı. Bir yudum daha içti. Kızı, kapalı göz kapaklarının ardında küçüldü. Çocuk oldu, annesinin karnında doğmayı bekleyen bebek oldu.
Tabutuna sımsıkı sarılıp ağladığı oldu.
EMEL AVCI
Yürüyorum kalabalıklar içinde karanlığımla, yürüyorum asık yüzlü bir yalnızlıkla. Sancılarla doğuruyor belleğim hatıraların en can yakanlarını, en çok içimi ısıtanlarını. Hem de her şey bütün sıradanlığında akıp giderken; bir an, bütün güzel anların özeti oluveriyor.
Silinti bir kentte izlerimi arıyorum. İzini sürmekten her defasında kaçtığım geçmişimle yüzleşmek için küçücük bir an yetiyormuş meğer. Parça parça olur, dağılırım zannettiğim bu kısacık andan, muazzam bir mutlulukla yeniden doğuyorum. Aydınlığım birden artıyor.
Kendime bir masal anlatıyorum. Yabancı, fakat hayata yalancı olmayan bana… Mucizelerini tek tek ayıkladığımız masalların kuruluğundaki hayata… Kurmaca bir hayat müsveddesini temize çekiyorum en başından. Unutulmayacak bir yağmur istiyorum gözlerime denk düşen.
İşte ilk öpücük, işte evlendiğimiz gün, kızımız işte senin ışıltılı gülümseyişini taşıyan… Yaşamak ve ölmek kaygısından uzak mutluluğumuzu anlatıyorsun bana. Yalnızlığımdan dinliyorum yeniden, kendimi, seni ve kızımızı. Unutulmuş çekmecelere kaldırdığım hatıralar dipdiri gözlerimin önünde. Bu defa yakmıyor canımı zamansız hatırlamalar. Bu defa ben kazanıyorum hayatın oynadığı acımasız oyunu. Seni, kızımı benden alan kaderin karşısına, cesurca çıkarıyorum kutsanmış fotoğraflarımızı hayatın sahici albümlerinden. Mutlu olduğumuz, güzel olan ne kadar hatıra varsa benimle şimdi. Bizi üzenleri kapının dışında bırakıyorum. Keşke eskiden de yapabilseydik bunu. Hayatla alay edebilseydik sevgilim.
Gözlerimin içine bak ey hayat! Bugün yüzleşme vakti! Bugün hatıralarla barışma vakti. Yaşamaya devam edemeyecek kadar yorgunsam da acılara direnecek kadar insanım karşında!
Belki de uzaklardan kulağıma değen güzel bir şarkı gibi olacak mutluluk. Ama senle, anılarla yüzleşecek kadar güçlüyüm şimdi ey hayat! Sen en acımasız oyunlarınla gelmeye devam etsen de ben anılarla güçlenip yaşayacak kadar kalabalığım şimdi.
YOK OLUVERMEK ÜZERİNE…
AYNUR SAKALLIOĞLU
Belki zihnimdeki her anı bir rüyanın kalıntısı. Bu sokaklar. Gülüşün. Yalnızlığımız.
Unutmak için önce hatırlamak, sonra acı çekmek… Ama hiç unutamamak. Hep daha çok hatırlamak. Hayatıma girdin ve çıktın. Ben, kaç kişinin hayatından çıkamadım. Yok olup ardından kocaman bir boşluk bırakan… Hesap yapamadı. Sevdiklerinin içinde olduğu hesaplar içini sızlatıyor.
Yok oldu!
Yok; hiç var olmamış. Ok; içini acıdan en derin yarayı açar. Y; önümde iki seçenek var…
Yok oluvermek, hiç var olmamış gibi oluvermek mümkün mü?
Tüm yaşananlar, zihnine kazınan her kelime, ses, koku birbirine eklenip sağlam bir kement oluşturdu. Yakalayıp, kıskıvrak saran, hareketsiz bırakan o kement, hafızası. Onu alkolle uyuşturuyor, o zaman daha çok hatırlıyor ama acı çekmiyor. Saatine baktı. Gün ortası. Kim olduğunu unutuncaya dek içmek istedi.
Gözlerinden iki damla yaş yuvarlandı. Bir yudum daha içti. Kızı, kapalı göz kapaklarının ardında küçüldü. Çocuk oldu, annesinin karnında doğmayı bekleyen bebek oldu.
Tabutuna sımsıkı sarılıp ağladığı oldu.
KISA YAZI
SELİN AYDIN
Soğuk, kasvetli karanlık bir günde karşılaşmıştım hayatımla. Kaçıp saklandığım gölgelerden sıyrılıp cesaretle uzandığım ilk film şeridi hatırlatmıştı bu kırışık yüzün eskiden nasıl göründüğünü… Adım adım arşınlarken kasvetli sokakları hayatımın dönemeçlerini geride bırakıyor, her köşe başında buluyordum kayıp hayatımın birbirinden değerli parçalarını… Sevgi dolu yüzler, sıcak gülümsemeler… Halbuki en büyük yalandı gülümseyen fotoğraf kareleri… Topladığım kocaman hayat tomarımla evimin yolunu tutarken hepsinin ne kadar gerçek olduğunu düşünüyor, mutlu oluyordum. Onlar benim kayıp hayat tanelerimdi. Güzeller güzeli bir kadın, sevimli bir bebek, iki sevgili… Evimin ağır tahta kapısının gıcırdayarak kapandığını duyar duymaz buluvermiştim kendimi anılar ve yalanlar albümünün başında. Baktıkça solup, kararıyordu anılarım… Birer birer kayboluyorlardı… Tıpkı kapıya sıkışan fotoğraf negatifleri gibi… Yüreğim bir bir dışarıda bırakmıştı anılarını… Şimdi bu yalnız evde bomboş bir albüm ve yaşanmamış bir hayat duruyordu önümde. Kapımın önünde yığılan yaşandığını sandığım ancak koca bir yalandan ibaret film kareleri… Önümde bomboş bir fotoğraf albümü… Ben kimdim ve hangisi gerçekti? Anılarına, aşklarına, mutluluklarına sırtını dönmüş bir adam mı? Yoksa sevgisiz hayatında edindiği birkaç yalan gülümsemelerden oluşan birkaç fotoğrafa sahip riyakar adam mı? Ben kimdim? Benim kadar yaşlı, hasta ve yorgun heyula evim susuyordu… Yüreğim susuyordu… Ben susuyordum…
SELİN AYDIN
Soğuk, kasvetli karanlık bir günde karşılaşmıştım hayatımla. Kaçıp saklandığım gölgelerden sıyrılıp cesaretle uzandığım ilk film şeridi hatırlatmıştı bu kırışık yüzün eskiden nasıl göründüğünü… Adım adım arşınlarken kasvetli sokakları hayatımın dönemeçlerini geride bırakıyor, her köşe başında buluyordum kayıp hayatımın birbirinden değerli parçalarını… Sevgi dolu yüzler, sıcak gülümsemeler… Halbuki en büyük yalandı gülümseyen fotoğraf kareleri… Topladığım kocaman hayat tomarımla evimin yolunu tutarken hepsinin ne kadar gerçek olduğunu düşünüyor, mutlu oluyordum. Onlar benim kayıp hayat tanelerimdi. Güzeller güzeli bir kadın, sevimli bir bebek, iki sevgili… Evimin ağır tahta kapısının gıcırdayarak kapandığını duyar duymaz buluvermiştim kendimi anılar ve yalanlar albümünün başında. Baktıkça solup, kararıyordu anılarım… Birer birer kayboluyorlardı… Tıpkı kapıya sıkışan fotoğraf negatifleri gibi… Yüreğim bir bir dışarıda bırakmıştı anılarını… Şimdi bu yalnız evde bomboş bir albüm ve yaşanmamış bir hayat duruyordu önümde. Kapımın önünde yığılan yaşandığını sandığım ancak koca bir yalandan ibaret film kareleri… Önümde bomboş bir fotoğraf albümü… Ben kimdim ve hangisi gerçekti? Anılarına, aşklarına, mutluluklarına sırtını dönmüş bir adam mı? Yoksa sevgisiz hayatında edindiği birkaç yalan gülümsemelerden oluşan birkaç fotoğrafa sahip riyakar adam mı? Ben kimdim? Benim kadar yaşlı, hasta ve yorgun heyula evim susuyordu… Yüreğim susuyordu… Ben susuyordum…
KAVŞAK
FUAT SEVİMAY
Şuradan, şu akça ağacının altında oturduğum banktan bakınca bile, karşı kaldırımda yürüyen, paçasına negatifler dolanmış dalgın adamın, hayatının bir döneminde, sonradan onu çok pişman edecek kararlar aldığı ve eski günlerine özlem duyduğu besbelli. Bu izlenimi nereden mi edindim? Ben de o özlemlerin pençesinde kıvranıyorum ve başka biri olabilecekken, aldığı ya da alamadığı kararların esiri olanları nerede görsem tanırım. Hele de o kişiyle yolum, alınmamış kararların eşiğinde kesişmişse.
İşin kötüsü artık gidip, ayağına negatif dolanan adamla dertleşmekten başka yapabileceğim fazla bir şey yok. Eskisi gibi hızlı yürüyemiyor ve bu, aramızdaki mesafenin kapanmasına yardımcı oluyor.
ANILAR
DİDEM ESEN
Doktor alzheimer teşhisini koyduğu günden beri beynime güvenim gittikçe azaldı. Hastalığımı öğrendiğim günlerde eve kapanıp ne yapacağımı düşünüp durmuş, çaresizce kıvranmıştım. Anılarımı kaybetmekten, çocukluğu, gençliği olmadan, yaşama paldır küldür düşen bir âdem olmaktan hâlâ çok korkuyorum. Oysa Âdem bile dünyaya yalnız gelmemişti. Sevdiği kadın yanındaydı. Ben ise sensiz ve geçmişsiz kalacaktım. O zaman ne farkı olacaktı yaşamışlığımın ölümden…
Günler sonra neden bilmem, bugün, bayram çocuğu gibi, umutlarımı yeniden yükleyerek yüreğime, dışarıya çıktım. Belli ki inanmıştım soğuk kış günlerinin aldatan güneşine. Oysa bir yanım hala kaybolmaktan korkuyordu bu şehirde.
Öylece dolaştım uzun bir süre. Parkta altına oturduğumuz ağaçların yeşiline, renkli vitrinlere, köşedeki gazete bayiine, oturduğumuz pastaneye, el ele yürüdüğümüz caddelere takıldı gözlerim. Ne komik, yaşananların hepsi için belleğimi, sadece bir sığınakmış gibi hissettim. Nasıl ki eskiyen yapı, rüzgârı, soğuğu kesemediğinde sığınaklığı bitiyor, bir mecburi tahliye başlıyorsa benimki de böyle bir şeydi galiba. Şehri bir baştan bir başa yürüdüm, son bir kez daha vedalaşmak mı istedim yoksa teselli mi bekledim bilmiyorum?
Artık hatırlamıyorum nesneleri, sadece anlık fotoğraf karelerine takılıyorum yürürken. Toplamak istiyorum. Şehirde bir başına bırakmak istemiyorum onları. Ellerimi, ceplerimi onlarla doldurarak evimize yürüyorum. Sonra birden yüreğimde binlerce kuşun kanadını hissediyorum. Bizi hatırlıyorum. Yo, yaşlanan beyin olabilir, yürek yaşlanmaz ki… Ve rüzgâr, açık bulduğu her pencereden içeri girer diye bir kural yoktur; girdiği yerden çıkar diye de… Sen ve ben hala varız biliyorum. Ve siyah beyaz bir resmin hüznüne gülümsüyorum…
DİDEM ESEN
Doktor alzheimer teşhisini koyduğu günden beri beynime güvenim gittikçe azaldı. Hastalığımı öğrendiğim günlerde eve kapanıp ne yapacağımı düşünüp durmuş, çaresizce kıvranmıştım. Anılarımı kaybetmekten, çocukluğu, gençliği olmadan, yaşama paldır küldür düşen bir âdem olmaktan hâlâ çok korkuyorum. Oysa Âdem bile dünyaya yalnız gelmemişti. Sevdiği kadın yanındaydı. Ben ise sensiz ve geçmişsiz kalacaktım. O zaman ne farkı olacaktı yaşamışlığımın ölümden…
Günler sonra neden bilmem, bugün, bayram çocuğu gibi, umutlarımı yeniden yükleyerek yüreğime, dışarıya çıktım. Belli ki inanmıştım soğuk kış günlerinin aldatan güneşine. Oysa bir yanım hala kaybolmaktan korkuyordu bu şehirde.
Öylece dolaştım uzun bir süre. Parkta altına oturduğumuz ağaçların yeşiline, renkli vitrinlere, köşedeki gazete bayiine, oturduğumuz pastaneye, el ele yürüdüğümüz caddelere takıldı gözlerim. Ne komik, yaşananların hepsi için belleğimi, sadece bir sığınakmış gibi hissettim. Nasıl ki eskiyen yapı, rüzgârı, soğuğu kesemediğinde sığınaklığı bitiyor, bir mecburi tahliye başlıyorsa benimki de böyle bir şeydi galiba. Şehri bir baştan bir başa yürüdüm, son bir kez daha vedalaşmak mı istedim yoksa teselli mi bekledim bilmiyorum?
Artık hatırlamıyorum nesneleri, sadece anlık fotoğraf karelerine takılıyorum yürürken. Toplamak istiyorum. Şehirde bir başına bırakmak istemiyorum onları. Ellerimi, ceplerimi onlarla doldurarak evimize yürüyorum. Sonra birden yüreğimde binlerce kuşun kanadını hissediyorum. Bizi hatırlıyorum. Yo, yaşlanan beyin olabilir, yürek yaşlanmaz ki… Ve rüzgâr, açık bulduğu her pencereden içeri girer diye bir kural yoktur; girdiği yerden çıkar diye de… Sen ve ben hala varız biliyorum. Ve siyah beyaz bir resmin hüznüne gülümsüyorum…
ANLAR ANILAR
FÜSUN ÇETİNEL
Hayatın çok dışındayım bu sabah. İşsiz, parasız ve kimsesizim. Beni bekleyen boş, soğuk bir ev var şehrin içinde bir yerlerde. Aceleyle işe koşanlar, itişip kakışan okul çocukları, sıkışık trafik, köşedeki simitçi, alışveriş yapanlar, çiseleyen yağmur hepsi pek uzak ve anlamsız bana. Nereye gittiğimi bilmeyen ağır adımlarımı sürüklüyorum kaldırımlarda. Yol sona erince karşıya geçmem gerekiyor. Duruyorum ne yapacağıma karar veremeden.
Gözüm caddedeki çizgilere kilitleniyor, eski zamanların siyah beyaz film rulolarını çağrıştırıyor bana yaya geçidi. Anlar beliriyor önümde. Sağ ayağım, ortasında beyaz kuğuların yüzdüğü bir parkı adımlıyor. Güzel bir kız çıkıyor atkestanesi ağacının arkasından. Bedenim ağrılarından silkiniyor ansızın, sevgilimin nefesi karışıyor nefesime. Kumral düz saçları yüzümü gıdıklıyor. Üzerinde o çok sevdiğim mavi kabanı var. Çok mutluyuz. Kol kola yürüyoruz. Sarı kahverengi sonbahar yaprakları dökülüyor ağaçlardan. Sol ayağımı gülen bir çocuk yüzüne doğru atıyorum, aydınlık parlak gözlerine, kırmızı yanaklarına, rüzgârdan karışmış sarı saçlarına. Gürültülü bir kahkaha çınlıyor kulaklarımda. Tombul, yumuşak bir el tutuyor yaşlı nasırlaşmış parmaklarımı. Sımsıcak. Hadi ama gelsene, diyor. Adımlarım hafifliyor, koşar gibiyim. Sevdiklerime. Diğer bir adımda beyaz örtülü bir bahçe masasında böğürtlenli pastanın pembe mumlarını üflüyoruz. Üstümüz başımız beyaz çikolata rendesi oluyor. Ağzımda kremanın şekerli tadı. Bir adım daha atıyorum. Rüzgârlı bir kumsalda kırmızı lacivert bir uçurtmanın peşinde koşuyoruz. Bir salıncak havalanıyor gökyüzüne. Külüstür arabamızla güneşli bir pazar gezintisine çıkmışız. Kahvemizi yudumladığımız pastaneyi görüyorum. Şeritler tükeniyor ansızın. Sabırsız, öfkeli korna sesleri kendime getiriyor beni. Üşümüş ellerim. Cebime sokuyorum. Kitapçının vitrininde kendimi fark ediyorum gülümserken. Canım güzel bir kahve içmek istiyor cam kenarındaki, yayları fırlamış eski, tanıdık koltuğumda.
Evim çok uzak gelmiyor bana artık. Aceleyle içeri giriyorum. Albümleri çıkarıyorum dolaptan. Su kaynıyor çaydanlıkta. Bugünün şerefine iki ölçü kahve katıyorum kupama. Oturup battaniyemi üzerime çekiyorum ve sevdiklerim kucağımda. Sayfa sayfa dolaşıyorum anıların arasında. Soluk alıyorum, seviyorum, sevişiyorum, gülüyorum, seviniyorum fotoğraflarla yeniden. Kahvemden kocaman bir yudum alırken hayret ediyorum yaşadıklarıma.
SÜRPRİZ
NAZ MEMECAN
“Fotoğraf karelerinin mucizevi güçleri vardır anıları canlandırmada.” demişti annesi bir keresinde ona küçükken. Anlamamıştı, aslında üzerinde düşünmemişti bile bu lafın. O zamanlar düşündüğü tek şey futboldu. Okuldan arta kalan zamanda, ayağında kramponlu ayakkabıları, saatlerce meşin topun peşinde koşturur dururdu. Gel gör ki, hayat onu yeşil sahalara değil, hukuk bürolarına koydu. Evlendi, baba oldu, çok para kazandı, unuttu gitti çim kokusunu, hakem düdüğünün sesini…
O gün her zamankinden erken döndü evine. Karısına sürpriz yapmak istedi, zili çalmadı, anahtarla açtı kapıyı sessizce. Salondaki kütüphanenin sağında, yerde oturmuş buldu onu, etrafı onlarca albüm ve yüzlerce fotoğrafla çevrili halde. Bordo kemik çerçeveli gözlüğü burnunun ucunda, düştü düşecek, bir elinde kırmızı şarap, bir elinde vesikalık bir resim, halinden memnun görünüyordu. Usulca yanına gitti, arkasından yanaşarak sesli bir öpücük kondurdu yanağına. “Erkencisin!” diye sevinçle haykırdı karısı, sonra da ekledi “Otur, bak sana neler göstereceğim”. Albüm karmaşasının arasında, üst üste dizili duran bir deste fotoğrafı aldı, parlayan gözleriyle uzattı ona. Hayatlarının farklı evrelerinden, farklı kareler vardı fotoğraf destesinin içinde. Üniversite mezuniyetlerinden, balayı tatillerine, satın aldıkları ilk arabadan, kızlarının birinci yaş gününe kadar bir sürü anıya, yüzünde bir gülümsemeyle, hızlıca göz gezdirdi. Sonuncusuna geldiğinde, o kadar hızlı geçemedi, takıldı kaldı. Siyah-beyaz bir kare küçüklüğünden… Formalı, krampon ayakkabılı, sağ kolunun altına sıkıştırılmış bir topla dimdik duran, gülümseyen çilli bir çocuk. Çim kokusunu duydu birden buram buram, düdük sesi çınladı kulağında, o güne gitti, o ana, o sahaya… Sonra karısına döndü, “Bunu albüme hapsetmeyelim, çerçeveletelim. Çalışma odama koyacağım.” dedi. Bunca fotoğraf arasından o kareyi seçmesini garipsediği her halinden belli olan karısına bakarak ekledi “Biliyor musun? Fotoğraf karelerinin mucizevi güçleri vardır anıları canlandırmada.”
NAZ MEMECAN
“Fotoğraf karelerinin mucizevi güçleri vardır anıları canlandırmada.” demişti annesi bir keresinde ona küçükken. Anlamamıştı, aslında üzerinde düşünmemişti bile bu lafın. O zamanlar düşündüğü tek şey futboldu. Okuldan arta kalan zamanda, ayağında kramponlu ayakkabıları, saatlerce meşin topun peşinde koşturur dururdu. Gel gör ki, hayat onu yeşil sahalara değil, hukuk bürolarına koydu. Evlendi, baba oldu, çok para kazandı, unuttu gitti çim kokusunu, hakem düdüğünün sesini…
O gün her zamankinden erken döndü evine. Karısına sürpriz yapmak istedi, zili çalmadı, anahtarla açtı kapıyı sessizce. Salondaki kütüphanenin sağında, yerde oturmuş buldu onu, etrafı onlarca albüm ve yüzlerce fotoğrafla çevrili halde. Bordo kemik çerçeveli gözlüğü burnunun ucunda, düştü düşecek, bir elinde kırmızı şarap, bir elinde vesikalık bir resim, halinden memnun görünüyordu. Usulca yanına gitti, arkasından yanaşarak sesli bir öpücük kondurdu yanağına. “Erkencisin!” diye sevinçle haykırdı karısı, sonra da ekledi “Otur, bak sana neler göstereceğim”. Albüm karmaşasının arasında, üst üste dizili duran bir deste fotoğrafı aldı, parlayan gözleriyle uzattı ona. Hayatlarının farklı evrelerinden, farklı kareler vardı fotoğraf destesinin içinde. Üniversite mezuniyetlerinden, balayı tatillerine, satın aldıkları ilk arabadan, kızlarının birinci yaş gününe kadar bir sürü anıya, yüzünde bir gülümsemeyle, hızlıca göz gezdirdi. Sonuncusuna geldiğinde, o kadar hızlı geçemedi, takıldı kaldı. Siyah-beyaz bir kare küçüklüğünden… Formalı, krampon ayakkabılı, sağ kolunun altına sıkıştırılmış bir topla dimdik duran, gülümseyen çilli bir çocuk. Çim kokusunu duydu birden buram buram, düdük sesi çınladı kulağında, o güne gitti, o ana, o sahaya… Sonra karısına döndü, “Bunu albüme hapsetmeyelim, çerçeveletelim. Çalışma odama koyacağım.” dedi. Bunca fotoğraf arasından o kareyi seçmesini garipsediği her halinden belli olan karısına bakarak ekledi “Biliyor musun? Fotoğraf karelerinin mucizevi güçleri vardır anıları canlandırmada.”
RENKLER
SELGİN GB
Ufak tefek unutkanlıklarla başladı her şey. Eh, yaşlanmıştım. Ben unutuyordum ama yıllar kendilerini unutturmamak için çizgilerini bırakmışlardı bana. Oysa yakın zamana kadar hiç fark etmemiştim yılların bendeki izlerini.
Olurdu elbet böyle unutkanlıklar. Misal lokalde nice zamandır karşılaşmadığım devre arkadaşlarımdan birini görünce adını hatırlamamam kadar doğal ne olabilirdi ki! Ama… Birkaç gün evvel kızımın adını çıkaramayıp hatta onu sultanımla karıştırdığımı bile fark etmememe ne demeli? Öyle, dedi torunum. Büyümüş de küçülmüş Cimcimem’in annesini ninesi ile karıştırmışım. Sahi, benim kaç torunum vardı?
Beni bırakıp da gitmezden evvel Gül Sultan’ımla yürürdük sabahları. Kışsa çocuğuymuşum gibi kaşkolumu sıkı sarıp sarmadığımı kontrol ederdi kapıdan çıkmazdan evvel. Önce alış-veriş için sabit pazara giderdik. Karıştırmazdı beni mutfağın hesap işlerine. Başta mutfak hesabına karışmıyordum ya, onca yıl muhasebecilikten sonra bıkmış, emekli olduktan sonra hesap kitap işlerini Gül Sultan’ıma bırakmıştım. Akıllı kadındı vesselam. Hele ki son zamanlarda iyice her şeyi idare eder olmuştu. Bir keresinde yeni paraları tanıyamayıp da para makinesi ecnebi parası verdi diye telaşa düşünce benim emekli aylığımı da o çekmeye başlamıştı.
Sonra bir sabah uykusundan uyanmadı Gül Sultan. O beni bırakıp gittikten sonra her şey sanki daha bir bulanıklaştı. Ben yirmi yıl önce bu hayattaydım da, dün var mıydım?… Hatırlamıyorum.
Haftalar sonra bu sabah ilk kez dışarı çıktım. Büyük oğlan, yoksa ortancası mıydı, sıkı sıkı tembihlemişti tek başıma dışarı çıkmayayım diye halbuki. Ben çocuk muyum ki kaybolayım sokaklarda? Biraz dolaşacaktım. Aşina sokaklarda yürürken her döndüğüm köşede hayatım ayaklarıma kelepçeleniyordu sanki. Üşür gibi olunca fark ettim havanın soğuduğunu. Gül Sultan öleli ne kadar olmuştu, kış ne zaman gelmişti?
Yokladım, kaşkolumu unutmamıştım. Hasta olursam üzülürdü Gül Sultan’ım. Gül Sultan aklıma gelince içim daha bir titredi. Hatıralarımda nedense bir türlü yaşlanmamıştı o, hep ilk zamanlardaki gibi genç kalmıştı.
Her yerinde anılar olan bu sokaklarda dolaşmayı daha fazla kaldırmadı içim. Aklımda uzak geçmişten canlı, yakınlardansa soluk renkli anılarla eve geri döndüm.
SELGİN GB
Ufak tefek unutkanlıklarla başladı her şey. Eh, yaşlanmıştım. Ben unutuyordum ama yıllar kendilerini unutturmamak için çizgilerini bırakmışlardı bana. Oysa yakın zamana kadar hiç fark etmemiştim yılların bendeki izlerini.
Olurdu elbet böyle unutkanlıklar. Misal lokalde nice zamandır karşılaşmadığım devre arkadaşlarımdan birini görünce adını hatırlamamam kadar doğal ne olabilirdi ki! Ama… Birkaç gün evvel kızımın adını çıkaramayıp hatta onu sultanımla karıştırdığımı bile fark etmememe ne demeli? Öyle, dedi torunum. Büyümüş de küçülmüş Cimcimem’in annesini ninesi ile karıştırmışım. Sahi, benim kaç torunum vardı?
Beni bırakıp da gitmezden evvel Gül Sultan’ımla yürürdük sabahları. Kışsa çocuğuymuşum gibi kaşkolumu sıkı sarıp sarmadığımı kontrol ederdi kapıdan çıkmazdan evvel. Önce alış-veriş için sabit pazara giderdik. Karıştırmazdı beni mutfağın hesap işlerine. Başta mutfak hesabına karışmıyordum ya, onca yıl muhasebecilikten sonra bıkmış, emekli olduktan sonra hesap kitap işlerini Gül Sultan’ıma bırakmıştım. Akıllı kadındı vesselam. Hele ki son zamanlarda iyice her şeyi idare eder olmuştu. Bir keresinde yeni paraları tanıyamayıp da para makinesi ecnebi parası verdi diye telaşa düşünce benim emekli aylığımı da o çekmeye başlamıştı.
Sonra bir sabah uykusundan uyanmadı Gül Sultan. O beni bırakıp gittikten sonra her şey sanki daha bir bulanıklaştı. Ben yirmi yıl önce bu hayattaydım da, dün var mıydım?… Hatırlamıyorum.
Haftalar sonra bu sabah ilk kez dışarı çıktım. Büyük oğlan, yoksa ortancası mıydı, sıkı sıkı tembihlemişti tek başıma dışarı çıkmayayım diye halbuki. Ben çocuk muyum ki kaybolayım sokaklarda? Biraz dolaşacaktım. Aşina sokaklarda yürürken her döndüğüm köşede hayatım ayaklarıma kelepçeleniyordu sanki. Üşür gibi olunca fark ettim havanın soğuduğunu. Gül Sultan öleli ne kadar olmuştu, kış ne zaman gelmişti?
Yokladım, kaşkolumu unutmamıştım. Hasta olursam üzülürdü Gül Sultan’ım. Gül Sultan aklıma gelince içim daha bir titredi. Hatıralarımda nedense bir türlü yaşlanmamıştı o, hep ilk zamanlardaki gibi genç kalmıştı.
Her yerinde anılar olan bu sokaklarda dolaşmayı daha fazla kaldırmadı içim. Aklımda uzak geçmişten canlı, yakınlardansa soluk renkli anılarla eve geri döndüm.