Yaşasın video öykü! (12-uygulama)

Ağustos 2, 2013

Yaşasın video öykü! (12-uygulama)

Video öykü uygulamamızda yayımlanmak üzere “dört” kısa öykü seçtik. Öyküsüyle katkıda bulunan herkese teşekkür ediyoruz.

Mine Egbatan

Mina | Besna Ağın

Çünkü duvarlar var. Attıklarım duvarlardan seker, koştuğumda duvarlar engel olur, yollar dar, oyunlar az olur çokça. Çünkü duvarlar var. İnsanlar var sonra, duvarlar arasından geçen, yere bakan, duvarları görmeyen, zemini kendine duvar eden.

Ben de varım. Duvarların arasında, dar sokaklarda, kendimi tutamadığım, yorgunluktan bayılana kadar oynamak isteyen ben varım. Çünkünün sorusuyum ben de, sonucu yalnızlığa varan.

O yüzden takılırım insanların peşine, onların duvarlarını aşarak kırarım kendi yalnızlığımı da. Yaşlı amcalar fazlaca sever top atmayı, onlara sığınıp durmam bundan. Yaşlı sanırsın ama onlar da kırmaya çalışırlar bir şeyleri, çıkmaya çalışırlar kabuklarından.

Şimdi ben takılmasaydım o amcanın peşine o gün, davet etmeseydi beni bir kase domates çorbası içmeye, demeseydim tamam, Mina’yı tanımayacaktım. Minasız bir hayatım olacaktı, o eve girmeden önceki duvarlar arasındaki aynı hayatım.

Ben küçüğüm, bilmem, ama insanın kendi içinde de mi vardır duvarları? Çünkü görünce Mina’yı, bir şeyler kırıldı içimde birden. İnsanlar kalp diyor, camdandır diyor, kırılır ama ben inanmam buna. Kalp camdan olur mu hiç? Olsa olsa onu çevreleyen bir duvar vardır, o kırılır. Bence binlerce duvar var, yalnızlık duvarı, soru duvarı, sevda duvarı…

Ben anlamam pek bu işlerden ama babama anlatınca Mina’yı dedi ki; “Oğlum, senin sevda duvarın kırıldı”. Ağlamaya başladım ben de. “Sapasağlam bir şey kırıldı içimde o zaman” dedim, “Şimdi nasıl kurarım onu geri?”

Sonra annem geldi, duymuş bizi konuşurken, ben onu kitabına dalmış sanırken. Gülümsedi bana, “sevda duvarı da yalnızlık duvarı gibidir, kırılması iyidir” dedi, “merak etme her şey yolunda.”

Şimdi mevsimlerden yaz. Ben her gün kalkıyorum güneşle, Minalara gidiyorum oynamaya. Hatırlıyorum, ne burada ne onların sokağında hiç yer yoktu top oynamaya. Oysa şimdi her şey sığıyor Mina’nın olduğu sokaklara. Eskiden neden sığmıyormuş hiç anlamıyorum. Artık kimsenin peşine de takılmıyorum.

***

Gölge | Oya Tülek

“Kusura bakma teyzeciğim. Gelecek yoksa yanınıza oturabilir miyim?” diye nazikçe sordu genç kız, bir öğle vakti Seğmenler Parkı havuzunun kenarındaki eskimiş tahta bankta tek başına oturan gümüş saçlı kadına. Kadın, kimin seslendiğini görebilmek için başını sesin geldiği yöne doğru kaldırdı ancak genç kızın arkasından vuran güneş yüzünden, gözlerini kısmak zorunda kaldı. Kadın onaylarcasına salladı başını ve yana doğru kayarak sessizce izin verdi genç kızın oturmasına. “Teşekkürler teyzeciğim!” diyerek kadının yanına kuruldu genç kız. Bir süre karaçam ağaçlarının serin gölgesinde konuşmadan oturdular yan yana.

Sessizliği bozan, genç kızın minik dokuma çantasından yükselen cep telefonunun melodisi oldu. Kız telaşla telefonu çıkardı, ekrana baktı. Arayanı seviyor olmalıydı; çünkü yüzüne tatlı bir gülümse yayıldı. Çok yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya başladı: “Alo aşkım! …. Ben erken çıktım. Daha vakit var diye Seğmenlerde biraz oturayım dedim. …. Tamam aşkım! O zaman sen varmana yakın beni çaldır, ben gelirim. …. Ben de seni! …. Ben de seni!”. Kız yüzüne yerleşmiş o mutlu gülümseme ile telefonu kapattı ve yarı mahcup bir şekilde kadına yan gözle baktı. Kadın da genç kızın mutluluğunu tasdik edercesine ona geri gülümsedi. Bu gülümsemeden cesaret alan genç kız “Erkek arkadaşım şehir dışında okuyor da… Hafta sonu için beni ziyarete geliyor.” diye açıklama yaptı gururla. Kadın yeniden onaylarcasına salladı başını ve sonra kucağında duran büyük siyah suni deri çantasında bir şeyler aramaya başladı. Poşet ve kâğıt hışırtılarının arasından yıpranmış, fermuarlı bir cüzdan çıkardı; cüzdandan da rengi solmuş, siyah-beyaz bir fotoğraf. Fotoğrafı kıza doğru uzattı. Genç kız, fotoğrafı tutmak için elini uzattı ancak kadın resmi kendine doğru biraz geri çekti. Bunun üzerine genç kız fotoğrafı görebilmek üzere kadına doğru yaklaştı.

Fotoğraf genç bir erkeğe aitti ve sonradan yaka fotoğrafı haline getirilmiş bir vesikalıktı. Fotoğrafın altında “1969 – 1991” yazıyordu. Genç kızın dudaklarındaki gülümsemeyi gözlerindeki şaşkınlık bastırdı ve kadına “Oğlun mu teyze?” diye sordu. Kadın, resme şefkatle gülümseyerek baktı, parmak uçlarıyla usulca okşadı, cüzdanına geri koydu ve “Evet oğlum. O da şehir dışında okurdu.” dedi. Genç kız, huzursuz ve alçak sesle “Allah rahmet eylesin teyzeciğim. Çok da gençmiş.” diye kendinden utanarak cevap verdi. Kadın yeniden onaylarcasına salladı başını ve o sırada genç kızın cep telefonu imdadına yetişircesine çaldı. Kız, telaşla ayağa kalktı ve “Geldin mi aşkım?” diye heyecanla konuşmaya başladı. Telefonu kapattıktan sonra kadına döndü: “Erkek arkadaşım gelmiş teyzeciğim. Tekrardan başın sağ olsun.” diyerek hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.

Kadın, kucağında sımsıkı tuttuğu cüzdanını çantasına koyarak havuzdaki fıskiyenin şırıltısı eşliğinde bankın ortasındaki yerini yeniden aldı. Hemen yanı başlarındaki çocuk parkından bir erkek çocuğunun “Anne! Anne!” diye bağırması çalındı kulağına. O sırada, “Teyze! Yanın boş mu?” diye sordu orta yaşlı bir kadın, bir öğle vakti Seğmenler Parkı havuzunun kenarındaki eskimiş tahta bankta tek başına oturan gümüş saçlı kadına. Kadın, kimin seslendiğini görebilmek için başını sesin geldiği yöne doğru kaldırdı; otuzlarında, tombulca bir kadın gördü karşısında. Yaşlı kadın onaylarcasına salladı başını ve yana doğru kayarak sessizce izin verdi diğer kadının oturmasına.

***

Yalnızlık | Selma Harnupçu

Daha yalın nasıl anlatılır ki?

En yalın haliyle yalnızım. En dibinde düşüncenin yalınsızım. Yalnızlığımla yalınsızlığım kavga eder, geçer bir köşeye izlerim. Hangisi kazanırsa odur, o gün kaderim.

Sorup durmayın artık, “annen, baban yok mudur?” diye. İşte, o tepenin ardında bir avuç toprak olmuş uyuyorlar. Öyle diyor herkes. Bazen beni görmeye gelirlermiş; ama ben göremezmişim. Yani onlar varmış, dediklerine göre. Öğretmenim herkesin velisini çağırdığında koşarak gittim o tepenin ardına. Yalvardım onlara bir kez uyansınlar, bir kez gelsinler diye. Gelmediler. “Gelemezler” dedi bu defa herkes. Anlamadım gitti. Ama küstüm onlara. Yoktur benim annem, babam.

— Yine kendi kendine konuşmaya başladı bu oğlan.

— Eee, gariplik kolay dert değil hanım!

Deli sanıyorlar beni, çakıl taşım. Seninle konuştuğumu görmüyorlar. Bilseler, çölün ortasında bir tek senden geldiğini deniz kokusunun… Şimdi, şu duvarın kenarına koyacağım seni. Sonra topu atacağım sana ve sen de bana atacaksın. Yine görmeyecekler seni. Duvarlarla oynadığımı düşünecekler. Oysa hiç sevmedim duvarları ben. “Senin hiç arkadaşın yok” diyorlar. Suratları asık çoğunlukla… Sonra bir de hiç eğilmiyorlar, oturmuyorlar. Korkuyorum bazen onlardan. Beni yakalarlarsa kaçamazmışım gibi. Hep beni izliyorlar çünkü. Bir tek, şu yıkılan evden kalan, kerpiçlerinin bir kısmı dökülen, bir kısmı güçlükle direnen yaşlı duvarı seviyorum. Ağlıyor gibi sanki. Döküntülerini toplamaya gücü yok. Güneş vurdukça daha da eziliyor gibi, yaşlanıyor gibi. Üzülüyorum. “Bir ağaç olsam başında” diyorum. Hem yapraklarım, çiçeklerim, kuşlarım da olurdu o zaman. Diğer çocuklar uzanırdı dallarıma yemişlerimden koparmak için. Hem belki gölgemde soluklanırdı bu kurak bölgeden geçen bir yolcu. Ve belki eyvallah derdi giderken.

Derken… Çocuk olur yalnızlık, yalnızlık olur çocuk… Ve birlikte büyürler.

***

AGONİA -2- | Aziz Buğday Canaz

­­­— Sekizini hatırlıyor musun?

— Evet, ama aklım hep on sekizimde.

Sekizimde hayalini kurduğumu on sekizimde kırmıştım, kırdığımın açtığı yaradan akan kanla mezarıma Fatiha kazıdım.

Elhamdülillahi Rabb’in düşürdü seni hayat yoluna,

Hayli yürüdün, hayli yoruldun da girdin bu çukura.

Kim seyreyledi izdiğin(*) bu yolları,

Kim eyledi tarumar, kurduğun bu dergâhı.

Dergâh dediğin bir kapalı hayat,

Uyanman için öldürdü, seni doğuran Allah.

“Toprak mı duvardan, duvar mı topraktan” diye sordum bir gün dedeme. Sadece güldü, boynunu büktü. “Topraktan doğdum, yere gömüldüm, dört duvarın içine tohum ekildim, ha sen benden geldin, ha ben senden gidemedim” dedi. “Korkunun ecele garezi yok” derdi hep. Kirliyle temizin ne olduğunu bilirdi. Şefkatle ihanetin kime isabet ettiğini, hak ve hakaretin kime ait olduğunu, ar ve orospunun kardeş, yar ve sılanın kıymet, seksen yıldır yürüdüğü bu çıkmaz sokağın sonunun kıyamet olduğunu bilirdi; ama anlatmazdı hiç.

— Ne için yaşar ki insan?

—Doğduğu için.

Sessiz bir kahkaha attı, gökte yankılansın diye. Yalanlarına inanmadığımı anlayınca ağlamaya başladı. “Yalansız anlatamam ben sana doğruları” dedi. “Doğrulara ihtiyacım yok” dedim, “Birlikte oynayalım mı?”

Gizlediğini bildiğimden habersizdi. Sessizce beni teselli etmeye çalışırken, kendisi kanıyordu. Melekler onu çağırdığında, oyun henüz bitmemişti. Tek istediğim bir nefeslik oyundu. Ben doğmaya direnirken, o beni doğurmadığına şükrederken, doğup büyüdüğü sokak aralarında yürürken, ayak parmaklarından bir ruh yuvarlıyordu gökyüzüne.

“Gitmesen olmaz mı?” dedim.

“Olmaz!” demedi. Elimi uzatmaya çalıştım, gittikçe uzaklaştı ellerim bedenimden, ellerini tutamadım. Konuşmaya çalıştım, sesim kısıldı. Islık çaldım. “İsrafil’i uyandıracaksın” dedi.

— İsrafil kim?

— Eğer yaşasaydım, şimdi senin kadar torunum olacaktı.

— Eğer yaşasaydın bir bedenim olacaktı.

— Yalana doğan, loğusa rahmi öldürür.

— Anam ölmez toprağa dirilir.

— Ne kaldı aklında?

— Neye dair

— On sekizine.

— Karanlık. Huzur gibi bir rengin başlangıcıydı; ama senin var olamayacağın bir renk. Siyahtı – sadece kuşlar kırmızıydı(**), kanatlarının altından- .

— Melek miydi onlar?

— Tanrı’nın aşiret çocukları… On sekizimdeydim. Kulaklarıma bir ölüm fısıldadılar. Şiir gibi dinledim.

— Ama sakalların beyaz?

Kimseye yalan söylemiyordum, ölüler susardı ama yalan susmazdı hiçbir zaman. Suskunluk sessizlik de değildi zaten. Bir çocuğa kendi yokluğunu anlatamayışın kaçısıydı, sokaklar o yüzden ıssızdı.

Ben çocuk değilim!

Milyonlarca yıl vuslatı bekledim.

Erdim, göğe erişip, orda delirdim.

Hayat denen zindana hapsedilmeye rıza edip,

Babamın rahminde arafa dirildim…

(*) : İz bıraktığın.

(**) : Onur Sarıgül’e aittir.

edebiyathaber.net (2 Ağustos 2013)

Yorum yapın