Video öykü uygulamamızda yayımlanmak üzere “beş” kısa öykü seçtik. Öyküsüyle katkıda bulunan herkese teşekkür ediyoruz.
Mine Egbatan
Dışında Zaman | Seçil Epik
Annem hiç yaşlanmıyor. Fotoğraflarda nasılsa hep öyle kalıyor. Hep yirmi sekiz yaşında, genç, güzel, hep canlı. Zaman ona işlemiyor. Zaman ölülere, zaman hayaletlere işlemiyor. Dünyanın tüm lanetleri sadece yaşayanların üzerinde hüküm sürüyor.
Bense yaşlanıyorum. Saçlarım dökülüyor, dişlerim eskisi gibi kesmiyor, her sabah aynada gözlerimin, dudaklarımın kenarlarında, alnımda sevimsiz kırışıklıklara uyanıyorum. Altı yaşında annemin kucağında, güvenli sığınağımda, olacaklardan habersiz gülümsediğim fotoğraflar da benimle birlikte zamanı sırtlamış olacak ki kenarları kıvrılıyor, renkleri soluyor.
Kırk iki yaşındayım ve bana sorsan, bedenimde yetmiş yaşında bir yatalağın ruhunu taşıyorum. Annemin yaşamadığı yıllar da benim omzuma yükleniyor, benim yaşıma katılıyor sanki.
Sadece karanlıkta kendim olabiliyorum; karanlıkta eksik, hastalıklı yanlarımı gizlememe gerek kalmıyor. Işık yetmişlik ruhumu ortaya çıkarırken, insanlar benden kaçacak yer ararken karanlık, çirkin yüzümü, sağlıksız organlarımı ve hasta zihnimi örtüyor. İşte o zaman, gecede annemle bu kez baş başayız. Gözlerimi kapatıyor, “Bakma” diyor. Kulaklarımı kapatıyor “Duyma” diyor. Annem öldüğünden beri yeryüzünün her metresinde, insanın insana yaptığı işkence devam ediyor. Anneler hâlâ çocuklarını olabilecek tüm felaketlerden korumaya uğraşırken, çocukların acemi ruhlarına saplanacak bıçaklara kendilerini siper ediyor. Peki ya onların kırılgan, ince bedenleri? Annem şanslı-şanssız kadınlardan, gittikçe şiddeti artan, sesi yükselen, kıran, sömüren işkenceye sadece yirmi sekiz yaşına kadar maruz kalıyor.
Gecede ikimiz de zamanın dışındayız. “Beni neden almadın anne?” diye soruyorum. “Şşşşttt gözlerini kapa.”
Ne hayalet elleriyle kapadığı gözlerim ne her şey düzelecek diyen yumuşak sesi artık bir şey ifade ediyor. Her sabah gördüğüm yüzden, yüzlerden, savaşlardan, ayakucuma düşen ölü kuşlardan, mevsimlerin deviniminden, sonbaharın ölüme benzeyen renginden, ayağımın altında çıtırdayan yapraklardan, çekirdek aile yaralarından -biliyorum orada bir yerde birilerinin etine onulmaz yaralar kazınıyor- kaçmanın bir yolunu arıyorum.
Buluyorum da…
Sadece ışıkta değil tüm zamanlarda daha fazla parçalara ayrılmadan, kendimi mevsimlere, yıllara/dakikalara, çocuklara, adamlara/kadınlara, bölmeden var olmanın tek ve nihai yolunu biliyorum.
***
Zaman | Selma Harnupçu
Çocuk, renkleri solmuş eski resimler arasından “boşluğun içinde bir insan figürü” bulunan soyut resmi buldu ve ihtiyara uzatarak sordu:
— Bu adam nasıl öyle duruyor, dede? Nasıl düşmüyor?
Gülümsedi ihtiyar, bir eliyle çocuğun başını okşayarak. Sadece oyalanacağını düşünerek verdiği resimler üzerine düşünmesi hoşuna gitmişti.
— Boşluğun içindeki asılı adamı merak ettin demek.
— Asılı mı? Ama onda ip yok ki!
— Ah be oğlum, senin yaşındaki biri göremez tabi insanın boynundaki bağı!
— Sen görüyor musun?
Uzaklara daldı ihtiyar. Sonra iskemlesinde öne doğru biraz eğilip ayağının yanına düşmüş olan kuru bir yaprağı bastonuyla ezerek konuşmaya devam etti:
— Bak şu ağaca, dedi ve başını yukarı kaldırdı. Görüyor musun şu yaprakları? Annelerinin eteğine yapışan çocuklar gibi tutunuyorlar dallara. Ve ağaç, şefkatli bir anne gibi hayat veriyor onlara. Şimdi bir de ayağımın yanındaki şu yaprağa bak! Ne oldu da düştü dersin?
Şaşkınlığı ve merakı kamçılanmış bir ifadeyle ihtiyara baktı çocuk. Ve devam etti ihtiyar:
— İşte, zaman dediğimiz şey de bu ağaç gibidir evladım! Biz de o ağaçta asılı duran yapraklar gibiyiz. Bir gün biz de sararıp solup düşeceğiz toprağa. Yani ağacın doruğunda olduğuna aldanmamalı insan.
Suyun derinliklerine inmeye çalışan bir nazar, çocuğun gözlerinde… İhtiyarın kalbinde, sallanıp duran bir yaprağın derin acısı… Ayrılık vakti gelmeden etrafı kuşatan özlem kokusu…
— Darağacında olan bir insanı düşünelim, dedi ihtiyar. Şu dünyadaki yaşamı, ayaklarının sandalyeye değdiği o birkaç dakika gibi gelir ona. Sonra başka bir zamanın kucağına düşer. Şimdi gelelim bu resmin anlattıklarına: Adamın içinde bulunduğu boşluk “zaman”dır oğul. Bu seyyaleye kapılan için hiçbir çıkışın olmadığı vurgulanıyor. Çünkü boşluğun kapıları yoktur.
Çocuk, kelimelere hakim olmak için henüz sığlarındaydı zamanın. Lakin zihnindeki soru işaretleri gözlerine sirayet etmiş gibi, bakışlarından sızıyordu ihtiyarın kalbine.
***
Karı-Koca Arasında | Öykü Toros Irvana
“Hayattan çok şey istemezdim. Kendi hayatımı yaşayabilseydim eğer… Şimdiyse aklımda tek bir şey var, ölüm. Zeynep ile Saliha olmasa, bir ekmek bıçağı, keskin bir cam kırığı, bir kutu ne idüğü belirsiz ilaç, mutfak tüpü ya da sağlam bir urgan kurtarıcım oluverecek. Ya da belki bir silah, bulabilirsem…”
Yine bağırışlar başladı. Önce adamın hoyrat sesi dolduruyor kulaklarımın içini, sonra Beyaz’ın bağırışları… Sonra da çocuk çığlıkları… Kız çocukları, iki tane. İkisi de ay yüzlü. Biri Zeynep, ilkokula gidiyor. Diğeri Saliha, beş yaşında… Bağırışlar, ağlamaya dönüşüyor saniyeler içinde. Her gün, aynı saatlerde… Oda değiştiriyorum, televizyonu bangır bangır bağırtıyorum, kulaklarımı pamukla tıkayıp kafamı yastığa gömüyorum ama nafile! Yine de duyuyorum onları. Gündüzleri bir bahane bulup yukarı çıkıyor, kapısını tıklatıyorum. Bazen çiçek yağım bitmiş oluyor, bazen yumurtam, bazen tuzum. Beyaz, her seferinde tedirgin oluyor, ürkekçe aralıyor sokak kapısını, üzerindeki zincir hep takılı. Başını uzatıp beni görünce çözüyor zinciri, içeriye buyur ediyor. İfadesiz yüzü hep aynı… Gözlerine kan oturmuş, şişliklerin çevrelediği sağ gözü neredeyse kapalı, alnında ve çenesinde morluklar, kapıyı tutan eli şiş, tırnakları kırık dökük… İçeri girmiyorum, eksikliğini uydurduğum yağı, yumurtayı, tuzu, her neyse alıp iniyorum aşağıya.
Komşulara bahsediyorum, “Gidip polise şikâyet edelim şu canavarı, kurtaralım kızı da çocuklarını da” diyorum, kimse oralı olmuyor. Kimisi saf ayağına yatıyor, kimisinin ödü kopuyor. Her defasında gözlerini kocaman açıp uyarıyorlar beni:
“Aman ha Nimet Hanım, sakın bir cengâverlik yapmaya kalkma. Bu adamlar tehlikelidir. Sen gitsen onu şikâyet etsen, vallahi hapse mapse girmeden gelir senin tepene biner. Görmedin, duymadın, bilmiyorsun. O kadar. Ne kendi başını, ne bizim başımızı derde sokma Allah aşkına.”
“Hem karı-koca arasına girilmez Nimet Abla, onların aile işleri, bırak kendi aralarında halletsinler, bizi alakadar etmez.”
El ayak çekilince, yine aynı saatlerde başlıyor bağırışlar. Çocukların ağlamaları Beyaz’ın bağırışlarını bastırıyor. Bir şeyler atılıyor yerlere, tuzla buz oluyor. Zeynep ile Saliha’nın ufacık ağızlarında hep aynı cümle: “Baba yapma!” Birden bambaşka bir ses çınlıyor kulağımda, ardı ardına üç defa…
Dışarıdan gelmiştir diye pencereye koşuyorum, perdeyi aralayıp sokağa dikiyorum gözlerimi. Beyaz’ı görüyorum apartmandan çıkarken. Bir elinde Zeynep, öbüründe Saliha, hızlı adımlarla karanlığa karışıp gözden kayboluyorlar.
***
Oturduğum Yerden | Pelin Çankırı
Bekliyorum…
Bunu özellikle karanlıkta yapıyorum ki dağılmasın dikkatim…
Zaten pencereden yeterince ışık sızıyor; gölgeni görmeye yetecek ışık, adımlarını duymaya yetecek sessizlik…
İşte seni böyle, tam kadro bekliyorum.
Sürpriz yapmayı da seversin biliyorum, ansızın çıkıp gelmeyi…
İşte bu yüzden de beklemiyor gibi yapmayı çalışıyorum bir yandan.
Çok şaşırmaları çalışıyorum.
Zaman geçtikçe, gelişinin senaryolarını çeşitlendiriyorum kafamda.
Elinde valizinle giriyorsun bir defasında kapıdan.
Birinde zili çalıyorsun.
Birinde ne hikmetse, anahtarınla açıyorsun kapıyı.
Ne şekilde olursa olsun gelişin, yanında ağır yükler getireceğini de biliyorum.
Hazırım zaten.
Dinlemeye, sadece dinlemeye…
Bir dinlemek ki tüm yüklerini üstüme geçirmeye…
Biliyorum ki sen anlattıkça taleplerin de artacak benden.
Anlatırken yüzüne bakmamı istemeyeceksin.
Duvarda kaç çatlak olduğunu şimdiden ezberlememeye çalışıyorum.
Konuşmamı, müdahale etmemi; bir şekilde araya girmemi de istemeyeceksin.
Dudaklarımı şimdiden mühürlemeye çalışıyorum bu yüzden.
Uzun sessizlikler; antrenmansızsan şayet, zor oluyor gerçekten.
Öyle şeyler çıkacak ki ağzından, duymamış olmamı tercih edeceksin.
Ben şimdiden, sessizlikle terbiye ediyorum duyma yetimi.
Gerektiğinde ondan başkasını duymamak için…
Sessizliğin güvenli sırdaşlığında, rahat ettirmek için seni…
Ve sonunda gideceğini de biliyorum.
Tüm yüklerinden arındıktan sonra, bana her şeyi anlattıktan;
Seni görmeden, sesini duymadan ve adını bile söylemeden; her şeyi bilir hale getirdikten sonra beni
Çekip gideceksin, geldiğin gibi…
O sessizlikte o kapı öyle bir kapanacak ki nerede olduğumu şaşıracağım.
Bana bıraktığın tüm o hikâyelerin ağırlığıyla yaşamanın, benim için sorun olmadığını düşüneceksin.
Hafiflemiş olarak gideceksin.
Hani giderken, sağ şakağımdan öpüyorsun ya beni,
İşte sen o sağ şakağımdan öpesin diye, yine dinleyeceğim seni.
Konuşmadan, duymadan, görmeden dinleyeceğim.
O sağ şakağıma bir kurşun isabet ettirmeyi her şeyden çok isteyerek ama bunu her zamanki gibi erteleyerek…
Önce gitmeni beklemek, sonra da bir dahaki gelişini beklemek için…
Hayatımı, hayalinle yaşadığımı bile söyleyemeden ben; sen gideceksin, ben bir kez daha erteleyeceğim ölmeleri.
***
Duvar | Hilal Tüzün
Kadın, geniş loş odanın kapısını kapattı. Eğilerek adamın kulağına fısıldadı;
“Korkma. Sana bugün de ilaç vermeyeceğim.”
Gülümseyerek devam etti; “ Biliyorsun, artık ben de duvarı görüyorum.”
Birkaç aydır iletişim kurabiliyorlardı. Ancak bugün adamın onu dinler gibi bir hali yoktu. Eskiden olduğu gibi susmaksızın konuşuyordu. Yine de bir an için duraksadı;
“Çok şanslısın. Sen sen ol, sakın duvarı görmezden gelmeye kalkma ya da ona karşılık vermeye… ” dedi.
Kadın; “Biliyorum. Duvar yükseldikçe hayatın gerçek anlamı ortaya çıkıyor.”
Adam küçük, sessiz bir kahkaha atıp, bildik hikâyesini anlatmaya devam etti;
“Kasvetli bir sonbahar sabahında işe gitmek için kapıyı açtım. Kapkara bir duvarla karşılaştım. Siyah, yer yer pürüzlü… Gözlerini kırpmadan bakarsan önce dalgalanan sonra gri bir dumana dönüşen, üstelik hareket edebilen bir duvar.”
“İşe geç kalacağım.” diye düşündüm.
Duvar metalik ses tonuyla cevap verdi; “Zaman gerçek değildir, onu unut.”
Kapıyı kapatıp içeri girdim. İşte o zaman pencerelerin de duvarla örülü olduğunu fark ettim. Metalik ses yine yankılandı;
“Dışarıda ne var ki! Yürekleri yemek kokusundan kanayan zavallılar, inananların paraları karşılığı satılan dualar… Yüzlerine ümitsizlik, omuzlarına çaresizlik yerleşmiş, bakışlarından umutsuzluk, giysilerinden fakirlik, düşüncelerinden şanssızlık fışkıran insanlar. Gündelik hazlara dalanlar, skolâstik başa kakmalar…”
Kadın onayladı; “Mesleğim icabı gördüklerimi bir bilsen.”
Adam umursamadı; “Beşer kanunları çok acımasız. Duvar beni korumaya başlamadan önce ben de herkes gibi onların kölesiydim. Nereden geldiği belirsiz keskin bir umutsuzluk yüzüme, bedenime rastgele kesikler atıyordu. Yetmezmiş gibi sürekli kaşınıyordum. Yaşlı, çıplak, çirkin, yalnız ayağımı kanatana kadar kaşıyordum. Tırnaklarımın arasındaki kanı koklamaktan ve yalamaktan zevk aldığım için kimsenin yüzüne bakamıyordum.”
Kadın mırıldandı; “ Ben de şeytanca parıltıları görmesinler diye insanların gözlerinin içine bakmam…”
Adam sesini yükseltti,
“Eskiden herkesin kalbinde başkaları için bir damla da olsa sevgi bulunduğuna inanacak kadar aptaldım. Gördüklerim beni ölesiye acıtıyordu. Beni Duvar kurtardı. Sayesinde hayatımda ilk kez gerçekten yaşadığımı hissettim. Ne kadar yalnız olursan o kadar özgür olursun. Sözcüklerin gizli anlama zarar vermez. Dile getirdiğin her şey anında değişip sıradanlaşmaz.”
Kadın fısıldadı;
“Biliyor musun? Kendim de dâhil olmak üzere herkes beni mesleğinin erbabı, fedakâr, iyi, alçakgönüllü, mutlu, huzurlu zannediyor, ama değilim. Sık sık karanlık düşlere dalarım. Ettiğim yemine rağmen bir insanın ölmesine yardım etmek benim en karanlık düşüm.”
Adamın gözleri parladı;
“Yani kabul ediyorsun öyle mi? Merak etme, Duvar sana günahlardan korunmuş olma ayrıcalığını verecek. Sayesinde, göz kamaştırıcı ışığını görebilmen için işaretler gönderen Tanrı’yı fark edebilecek kadar yalnız kalacaksın.”
Kadın omuz silkti;
“Bunu hiç mi hiç önemsemiyorum. Duvar’ı gören, sana arkadaşlık edecek ölüler var mı?”
Adam başını salladı:
“Görünmez kanatlarıyla uçuşup, ‘Yazgını sev.’ ‘Yazgını sev.’ ‘Çünkü insanoğlunun isteği Tanrı’nın isteğini değiştiremez,’ diyerek hikâyelerini anlatıyorlar. Yazgılarının çeşitliliği ve kaderin kurnazlığı karşısında şaşkınım.”
Kadın kederli alnına düşen kumral bir bukleyle oynuyordu:
“Hayat bize hep ümit verir ancak bedeli kaybettiklerinin acısını çekmektir.”
Adam heyecanlanmıştı,“Bakmasını bilirsen eğer, nerede olursan ol, mırıldanarak akan bir dere üzerinde, taşları yosun tutmuş bir köprü görebilirsin. Yazın bunaltıcı sıcağında ilkbahar sabahının duru ve serin havasını ciğerlerine çekebilirsin.”
Kadının yüzünde tehlikeli bir gülümseme belirdi;
“O halde daha ne bekliyoruz ki! Öğrenmemiz gereken tek şey kaldı; nefesin ötesine geçebilmek. İstediğini getirdim. Al bunu…”
edebiyathaber.net ( 2 Eylül 2013)