Video öykü uygulamamızda yayımlanmak üzere “üç” kısa öykü seçtik. Öyküsüyle katkıda bulunan herkese teşekkür ediyoruz.
Mine Egbatan
Süt Topu | Elif Külah
Bir duvak asmış babam annemle evlendikleri gün evin bahçesine. Anneme kurduğu küçük dünyanın sınırlarına kondurulmuş beyaz tül bayrağı; “Aldım köyün en güzel kızını, aldım ben” ilanı. “Onu ben hapsettim bu tellerin ortasına. Ona dünyayı dar eden benim” diyerek gökyüzünde salınan değersiz kumaş parçası. Benim de sınırlarım oldu dikenlerin eve bakan tarafı. Bir arkadaşım bile olmadı benim. Arada sırada karşı ülkenin asker abileriyle paylaştım el sallayışlarımı, onlara gönderdim avuç içlerimde öpücüklerimi. Evin yanındaki mezarlarla paylaşacak değildim ya hepsini. Babam aydan aya ucuz plastik toplarla ve bazen uçurtmayla kandırırdı beni, alırdı gönlümü. Bir de salıncak yapmıştı bana, bebekliğimden kalma; şimdilerde eski lastiği eriyip kopmuş bir salıncak. Kim bilir ne zaman şahit oldu bu küçük dünyanın sahibi olan adamın oğlunu sevdiğine? Kim bilir kaç zaman öncede kaldı babamın tenini hissedişim.
Zihnimde dönüp duran bu iç ezici hislerdendi belki son topuma olan bağlılığım. İnsan büyüdükçe tanıyor yalnızlığı. Bağlanacak bir şey arıyor, biliyorum. Renkli değildi, zaten bizim dikenli tellerin içinde renk görmek pek mümkün değildi. Beyaz, yağmur damlası gibi; siz görseniz onu yağmur yeni yağmış sanırdınız. Şimdi “onun kefen rengi beyazına mı bağlandın çocuk?” diyeceksiniz. Onun da sırası vardı; bu seferki erken oldu.
Öleceğimi biliyordum, mezarlıkta alıştırma yapıyordum sayın siz. Sonra dedemin taşına çarptı, uçup gitti tellerin arkasına topum. Benden önce o koşmuştu özgürlüğüne; o tatmıştı başka toprak tanelerinin tadını. Zaten ben hiç koşmamıştım, hiç düşmemiştim yere; nasıl anlayabilirdim onun mutluluğunu. Nasıl güzeldi tellerimin arkasında, nasıl mutluydu; tek arkadaşım. Evsizdi ama. Onu tutup getirmeliydim geri. Ellerimi kanatsam da ellerimle öpücük gönderdiklerim beni vursa da…
Ölüm beni gözlerimden öptü.
Sizin oralarda sıralı ölüm denen bir kavram olduğunu biliyorum. Burada öyle değil. Belki haklısınız, ölümün bile sırası vardı; bu seferki erken oldu.
***
Sınırlarda Yaşamak | Selma Harnupçu
Uzak ile yakın, korku ile huzur arasında bir tren yolu gibi uzanan yaşamda ölümü de nefesi de dibine kadar hissetmektir sınırlarda yaşamak. Zira uzaklar korkulara, korkular ölüme; yakınlar huzura, huzur yaşama gebedir. Araf ise o tren yoludur, sınırlardır, sınırlarda yürüyenedir.
Hiç yaslanmadı bir ağaca. Herkesin kudretli dağlar, şirin tepeler gördüğü yerde o hep uzakları gördü. Sevemezdi ufku perdeleyen hiçbir şeyi. Hep koşmak, hep koşmak isterdi bir yere varamamacasına. Zira yollar uzakta bir noktaydı ve varılan hiçbir noktanın, uyandırdığı duygudan öte bir adı olmamalıydı.
Bu soğuk kış gününde işlek bir caddenin geniş kaldırımında herkes mantolarına sarınarak pürtelâş yürürken o, dizlerinin üzerinde bir şort, yakasının düğmeleri bağrına kadar açık salaş bir gömlek ve çıplak ayaklarla yanlarından geçiyordu. Üşümezdi. Bu tezatlık içerisinde kendini uzaklarda bulur ve daha çok severdi uzaklığın rengini. İnsanların alaycı ya da acıyan bakışlarında farklılığa “kal” diyen bir derinlik olmazdı. Daha kolay koşabilmek için daha çok kalır ve her kalışta daha uzakta bulurdu kendini. Hem buradaydı, hem değildi; sınırlardaydı. Akıp giden yolların hepsi aynı yere vardıkça esaretti şehirler. Nedir bir yere bağlanmak tutkusu? Nasıl umarsızca yaşıyorlar? Farkında değiller. Sahi, ne zaman yitirmişti özgürlüğünü insan? Ayağına prangalar takıldığında mı, dört duvar arasına sıkıştırıldığında mı yoksa? Hayır! İnsan “anlaşılma” duygusunu yitirdiğinde kaybetmişti onu, adının “özgürlük” olduğunu bile bilmeden. O uyanmıştı ama bir gün onlar da uyanacaktı başka bir eksiklik duygusuyla. Öğreneceklerdi: Anlaşılmak, “hissedilme” duygusunu da almış gitmiş. O gün belki de koşmaya gerek olmayacaktı; herkes uzak, her yer uzaklık olacaktı. Herkes kendi sınırlarına, kendi içlerine çekilmiş olacaktı.
Karşıya geçerken gözlerinde göremediler uzaklığın çok derinlerinde olduğunu. Trafik değildi gördüğü, upuzun bir yolda yapayalnız koşuyordu. Yakınlarda yaşayanlara göre yalnızca tuhaflığı, deliliğiydi suçlusu ölümünün. Çünkü öyle görünüyordu ve her zaman “görünen” geçerliydi. Heybesinde bir çift yeni ayakkabı bulunan bir dilenci vardı yalnızca bu çıplak ayaklı cansız bedenin başında.
***
Safiye | Refet Kuruosman
Ağzına alma dikenleri dilin kanar. Doğmamış çocuğuna don biçtim. Bak, nasıl oldu? Beğenmezsin. Beğenmezsin. Sen bile doğmadın daha. Ben bile var değilim. Adını bilmediğimiz bir âlemde gördüm kendimi. Çok sevdim. Seni hiç sevmedim. Çocuğu da sevmedim.
Bir büyük yılan geçti. Bir küçük fare… Fare, yılanı yiyemedi ama yem de olmadı. Yavrusunu koruyamadı.
Orda yasak meyveler var. Çok güzeller. Nereden mi biliyorum? Hiç yemedim, ondan biliyorum.
Sen de yiyemeyeceksin. Yersen ne mi olur? Bilmiyorum. Kimse onlara yaklaşamadı.
Denediler. Denediler. Olmadı. Sonra bir türkü yaktılar.
Bak kuşlar geçiyor, oraya ağaçlara konuyor. Sen uçamazsın, uçsan da konamazsın.
Babana selam söyle çocuk. Anana da selam söyle. Kimi görürsen selam söyle. Selam söyle habersiz gidenlere.
Yok, geçmedim sınırı ben, gelmedim dünyaya, bana koyamadılar sınır. Sen buradasın artık sana var sınır.
Düşme peşime düşme.
Bir sıcak yel esti dağların arasından, bu kez uçurtmayı vurmadılar.
edebiyathaber.net (5 Kasım 2013)