Video öykü uygulamamızda yayımlanmak üzere “dört” kısa öykü seçtik. Öyküsüyle katkıda bulunan herkese teşekkür ediyoruz.
Mine Egbatan
Monologlar | Gonca Şahin
I
8 Nisan Pazar, 06.00
Berlin
Çok soğuk. Açıkta kalan hiçbir yanımı hissetmiyorum. Karton duvarlardan içeriye süzülen şehvetin su buharı bile yetmiyor hissizliğimi yok etmeye. Ağzımda dün geceki şaraptan kalma birkaç kekremsi kelime var. Sanki rüyada bilmediğim bir dilde hayatın sırrını vermişler de unutmamak için mütemadiyen dönüyor dilim ağzımda. “Ne kadar rezil olursak o kadar iyi”. Kamyonetinin arkasına iyi gidermiş bu laf. Gitsin. Boş ver. Zaten o hep Akdenizli bir denizciymişçesine davrandı. Oysa dizginleri olmayan asıl sendin. Bir sigara yak. Bugün pazar, iyi gider.
Şarap bitti. Şimdi doğmakta olan yeni bir gün var. Yeni bir günün yeni kelimeleri var. Odanın rutubeti, kudurmuş soğuk ve takvim yaprağının hatırlattığı işsizliğim var. Kelimelerimi gâh şaraptan alıyorsam gâh rutubetten, ben kimim?
II
8 Nisan Pazar, 07.00
İstanbul
“Dinlen bir nefes al” demişti ayrılırken. Aramıza bir soğuk savaş, birkaç sıcak savaş, bir askeri darbe, faili meçhuller, ısınan bir dünya, baharlar, kışlar, yeni filmler, yeni şarkılar girmiş. Hayat kısa, dünya köy, tek yastık dar geliyormuş bize. O tekinsiz serüvenler yaşamak istiyormuş. Yaşlanmışım, böylesi bir hayat beni yorarmış.
Bana bir çocuk ver dedim. O kedisini verdi. Kedi yavrusunu yedi. Denize limanı olan kentlerin evlerinin ışıkları, bir denizcinin hayalinde işte böyle bir günde söndü. Okyanus gecelerinde ilmek ilmek örülen hayaller, ayağımın toprağa bastığı sabahlarda kendi kendini siliyorsa yaşamak neye yarar?
III
9 Nisan Pazartesi, 01.00
Berlin
O rüzgârlı dağ başlarında bir çift “kâğıt faresi” olmanın düşünü kurarken ben onun bunca yıllık yaşanmışlığa rağmen hayatı hiç anlayamadığını düşünüyordum. O şimdi muhtemelen insanların serüvenlerini okuyor kitaplardan. Ben ise tüm gün sokaklardayım. Güneşte kısılan gözlerin, yağmurda derisi çekilen burunların izlerini sürüyorum.
Kahve falı baktırdım bugün. Gitmekten bahsediyordu. Ne çok gitmişti o. Tüm serüvenlerinde aynı şeyi anlatıyordu. Deniz kızlarından, devlerden ve uçan fillerden bahsetseydi hayal kırıklığımı engelleyebilir miydi acaba? Sınırların ve okyanusların ötesinde ne tür bir dünya bulmayı umuyordum sanki? Onun tüm deniz adamları ve liman kadınlarında gördüğü terk edilmişliği; ben metropollerdeki varoşlarda, plazalarda, modern gettolarda gördükçe ürküyorum. Bu zamansız ve mekânsız hayaletin bizim büyük terk edilmişliğimiz olduğunu gördükçe ürküyorum. Gittiğim her yerde bu bulantıyı duyacaksam gitmek neye yarar?
IV
9 Nisan Pazartesi, 02.00
İstanbul
Yirmi yıl önce, şimdi onun beni seyrettiği yaştayken, beni mavinin üstünde köksüz ve desteksiz ayakta tutan şeyin ne olduğunu biliyorum. Yirmi yıl sonra gövdemi onun rüzgârına karşı köksüz ve desteksiz ayakta tutan şeyin ne olduğunu da… Bir tek ayağımın altındaki kaygan mavilik ve damarlarımdaki serinlik yetiyor varoluşumu unutturmaya.
***
Mutluluk | Ayşegül Özsoy
Bazen mide ağrısı, bazen kalp çarpıntısı, yüz kaslarının acısı ve gözyaşının tende bıraktığı gerilme hissi… Mutluluğun farklı bedensel tezahürlerinin hiçbiri aslında romantik duygularımızı besleyecek kadar şairane değil. O yüzden kadın, gözünü her açtığında uyanmak istemediği günlere ve mutlu olduğuna ikna etmeye çalışırken kendini; ayna karşısında yüzünü yıkayıp dudaklarını kıvrımları yukarı gelecek şekilde gererken ne kadar çirkin göründüğünü düşünüyor. Gülümseyen ağız, mat gözbebeklerinin arkasındaki mutsuzluğu ön plana çıkarıyor. Kısılan gözlerin altındaki torbalar belirginleşiyor ve mosmor iki boşluğa dönüşüyor göz yuvaları.
Neyse ki hava açık ve güneşli… Güneşin sarı ışığı zihnine doluşan ve ona işkence eden binbir düşüncenin üzerine örtülen pırıltılı bir örtü gibi. İçinde bir kadın ve bir çocuk var, her sabah onunla birlikte uyanan. Çocuk kalkar kalkmaz elinde pembe ve tüylü, plastik peri asasıyla zihin duvarlarından birinin kenarına çömeliyor, başı ellerinin arasında. Kadın ise sımsıkı topuzu, ince silueti ve ciddi kıyafetleriyle muhakkak eski Türk filmlerindeki kötü mürebbiye tasvirlerinden aşırılmış bir karakter. 1.70 boyunda 55 kilo Aliye Rona… Tüm gün boyunca küçük kız ağlıyor, Aliye Rona konuşuyor. Yapamadıklarını, yetemediklerini, şımarıklıklarını ve elinden kaçırdıklarını anlatıyor. Çocuğun gözyaşları sel, sümükleri balon oluyor. Hıçkırıklarından boğulup ölse Aliye Rona rahat edecek ama ölmüyor ki velet, işe yaramaz bir baş belası.
Güneş Aliye Rona’nın sesini kısıyor biraz. Kadın bahçeye, havuz kenarına çıkıyor. Yıllardır çektiği bu işkenceye çare olması için taşındı Santorini’ye. Bembeyaz evlerin oluşturduğu tabloya eşlik eden mavi deniz ve evlerin bahçesindeki mavi havuzlar ve beyaz sandalyelere sarılmış mavi tüller, kilisenin mavi cephe süslemeleri… Çok sevdiği empresyonistlerin tabloları gibi görüyor bu manzarayı. “Çok da sanatkâr ruhlusun bakıyorum, kaç tane tablo yaptın o varlığına inandığın yeteneğine ince ruhunu karıştırarak?” Çocuğun ağlama sesi yükseliyor, midesindeki ağrı artıyor, gözleri boğulmak üzere… Güneş, evet güneş orada ve mutlu insanların adasında şu anda…
Mutlu insanların adasında umutsuz bir insan o. Zenginlerin adasında fakir, entelektüellerin adasında cahil oldu hep. Küçük çocuktan gelen çığlıklarla başını çevirdi. İplere asılı iki ahtapotun gözünde aşkı gördü. Çocuk ayağa kalktı, Aliye Rona olduğu yerde dondu. Güneşin ışıkları daha da parlak… Kadının gözlerine bir tazelik, kalbine bir serinlik geliyor. Çocuk asasını sallıyor ve kadın hatırlıyor. Mutluluğun yüzüne yakıştığı zamanları, bir âşığın gözünden kendi güzelliğini seyre daldığı anıları…
Güzel bir kuş son fırça darbesi gibi tabloya konuyor. Âşıklardan birini kapıp batan güneşle ufukta kayboluyor.
***
Yanılsamalar | Melike Ulusal
— Neredeyse akşam olmak üzere… Git ve Sidelya‘yı bağla.
— Dün akşam tek başıma başa çıkamadım. Karşı evden birileri sesleri duyup yardıma geldi de ancak öyle bağlayabildik kızı yatağa. Bu iş onu daha da hırçınlaştırıyor. Belki de bir süre akşamları onunla kalabilecek birilerini bulmak suretiyle onu bağlamayabiliriz. Biraz özgürlük onun ruhunun da hakkı.
— O bu hakkı çoktan kaybetmiş kuzum. Hem onunla bir gece geçirmek isteyen birini bulabilir misin bu köyde?
Ninyas cevabın hayır olduğunu elbette biliyordu. Fakat genç kızın ruhunu çığlıkları eşliğinde zincirlemekten nefret ediyordu. Neden hep pis işleri ona yaptırırlardı ki? Sadece akşamları musallat olan bu laneti belki kızı yatağa bağlamadan birlikte atlatabilirlerdi. Ama nereye kadar? Tanrı esirgesin, birden Ninyas da pencerenin önünde bir sevgili bulabilirdi. Bu kez hem Ninyas’ı hem de Sidelya’yı yatağa bağlayacak birileri gerekecekti. Lüzum yoktu.
— Hala perdeyle mi sevişiyor?”
— Evet. Ama sabah anlattığına göre dün gece pek yüz vermemiş sevgilisi ona. Sanırım rüzgârdan. Perde dışarı doğru savruldukça kız da kendisini istemediğini zannedip sevgilisini bir güzel pataklamış, perdeyi yırtmış yani orasından burasından.
Sara ve Ninyas bunları konuşurken güneş tamamen batmıştı. Sidelya’nın çığlıkları duyulmaya başladı. Ninyas söylenerek kızın odasına doğru yürüyordu. Uzun koridor her geçen gün daha da uzuyordu sanki. Her gece kızın odasına yürürken duvarlarda yeni bir çürüğe rastlıyordu. Sanki odanın içindeki histeri ve karanlık artık yer bulamayıp dışarı sızıyordu. İşini bir an önce bitirip ruhunu bu azaptan kurtarmak isteyen Ninyas bir anda açıverdi kapıyı. Sidelya perdeye sarılmış, aşkına kavuşmuştu. Ninyas son ana kadar elindeki ipleri kıza fark ettirmemek için ellerini arkasında saklıyordu. Kız kapının sesini duyunca başını sevgilisinin koynundan kaldırdı, sesin geldiği yöne baktı ve bağırmaya başladı.
— Şuraya bak sevgilim! Bu gece bir konuğumuz var. Gecemiz daha da şenlenecek o la la! Ama o bir yabancı. Beni onunla yalnız bırakmazsın değil mi sevgilim? Yoksa bırakır mısın? Neden bırakmayasın ki? Dün gece birden uçup gittin ya! Yakalayamadım ben seni. Uçup gittin ellerimden. İstemedin beni. Ama neden istemeyesin ki? Ben senin biriciğinim, sen öyle diyorsun ya hep. Ama ya değilsem? Söyle yabancı! Bizim sonsuza kadar birlikte olacağımızı haykır geceye! Biz hep birlikte olacağız, hem neden olmayalım ki? Ah gecemi aydınlatan beyaz atlı prensim!
Sidelya tekrar kafasını perdeye gömdü ve perdeyi öpmeye başladı. Ninyas daha fazla dayanamayıp kızın yanına yaklaşmaya başlamışken fırtına başladı yeniden. Tanrı bu âşıkları ayırmak istiyordu belli ki. Rüzgârın etkisiyle perde bir oraya bir buraya hırçınca savruluyordu. Sidelya öfkesinden tırnaklarını eline geçirip yere yığıldı.
— İşte benden yine kaçıyorsun! Ya da birileri alıyor seni elimden! Yoksa benden niye kaçasın ki? Biliyorum beni sevdiğini. Ama madem seviyorsan ne diye uzaklaşırsın ki benden? Buldumm! Tanrılar! Aşkımızı kıskanıyorlar! Tanrı tanrıların belasını versin!
Ninyas en sonunda kızı kollarından tuttu ve yatağa yatırdı. Ellerini ve ayaklarını yatağa bağladıktan sonra kızın hastalıklı çığlıkları eşliğinde odanın kapısını kilitlerken ve odadan uzaklaşırken bir an önce güneşin doğmasını diliyordu.
***
Ahtapotlar | Hüseyin Şahin
Elinde bulunan en güzel kâğıdı, harita metot defterinin ortasından, yırtmadan koparmaya uğraşıyordu. Nihayet dördüncü denemesinde zımba izleri dışında en ufak bir tahrişi olmayan o iki sayfayı ayırdı. Sınıfından üç arkadaşıyla birlikte planlamışlardı bu mektubu. Kasabada yaptıkları yıllık okul alışverişleri haricinde hiç ayrılmamışlardı, o küçük gökyüzünün altından. İçine devler, cinler, periler, canavarlar, kahramanlar yerleştirdikleri, sırça köşkler, saraylar, şatolar sığdırdıkları dünyaları; üzerinden güneşin doğuşunu da batışını da net bir şekilde izleyebildikleri büyük çınar ağacının, iki ucu bir araya getirilebilecek, küçük manzarası kadardı.
Her yaz köylerine otuz kilometre uzaktaki kasabaya küçük bir gezici tiyatro gelirdi. Fakat henüz görme şansları olmamıştı. Köyün çocuklarından sadece, babası vilayette memur olan Kerim izleyebilmişti bu oyunu. Kerim’in diğer çocuklara hava atmak için abarta abarta anlattığı bu anı, yıllar geçtikçe öylesine martavala bulanmıştı ki köydeki tüm çocuklar karların eridiği mart ayından itibaren, temmuz gibi gezegenlerine yanaşacak o küçük cennetin hayalini kurmaya başlardı. Büyüklerin o küçük sahneye dair anlattığı tüm gerçekçi şeyler, onları kandırmak ve vazgeçirmek için uydurulmuş safsatalardan ibaretti ve kurdukları hayallere, besledikleri umutlara en ufak şekilde tesir etmiyordu.
Bir gün televizyonda tesadüfen denk geldiği, çok kareli bir reklam ve omuzlarında oturan iki küçük ahtapotla insanları lunaparkına davet eden parlak kıyafetli bir adam, yıllardır kurdukları tüm hayallerin dile ve maddeye gelmiş hali gibiydi. Hiç alakası olmamasına rağmen o adam, her yaz kasabaya gelen gezici tiyatronun sahibi oluvermişti bir anda. Köyde çoğu hanede televizyon olmasına rağmen elektriğin kesik olmadığı saatler azdı. Elektrik her geldiğinde koşar adım televizyon başına yerleşen Hasan, o reklamla ikinci kez karşılaşmayacak olsa da, izlenilen o beş on saniye çocukların aklını örgütlemek için yeterliydi. Kimden ne isteyeceğini bilmeyen bu çocuklar için artık bir muhatap, bir kahraman vardı. Bu dört küçük çocuğun örgütlü hayalini varış noktasına ulaştıracak şey ise kendilerini kandıran, heveslerini kıran ebeveynlerinin elleri değil, köye üç aydan üç aya uğrayan posta arabasıydı.
Plan yapılmıştı. O parlak kıyafetli adama özene bezene yazılan mektup, gizlice posta kamyonetinin içine atılacaktı. İçlerinde en hızlı koşan iki kişiyi seçtiler. Teneffüs zilinin çalmasıyla birlikte bu planı uygulamaları için on dakikaları vardı. Bir önceki teneffüste Casio marka saatlerinin kronometrelerini ayarlamış ve heyecanla beklemeye başlamışlardı. Alıştırma olsun diye Hasan ve Kadir teneffüs boyuca bahçenin bir ucundan bir ucuna yarış tuttular. Kadir, sırf daha hızlı koşabilmek için annesine feryat figan ederek eskimiş kunduralarının yerine lastik pabuçlarını giymişti. Teneffüs ziline iki dakika kalmıştı. Çocuklar yarı ayakta bir vaziyette öğretmenin “Çıkın” komutunu bekliyorlardı. Tozu dumana katarak oluğun yanından geçen kamyoneti gördüler o an. Sustu gözleri, yavaşça oturdular yerlerine.
edebiyathaber.net (26 Nisan 2013)