Söyleşi: Nilgün Çelik
Yasemin Seven Erangin’in üçüncü kitabı Bir Cinayetin Sıra Dışı Hikayesi “OĞUZ” Ayrıkotu Yayınlarından bu yılın ağustos ayında çıktı. Erangin, daha önce 2014 yılında Altıkırkbeş Yayınlarından Annemin Son Dört Günü, 2022 yılında Vizyoner Yayınevinden Delikli Tencereler de İsyan Eder adlı öykü kitaplarını çıkarmıştı. Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Televizyon Bölümü mezunu olan Erangin, sinema ile olan ilişkisini “tutku düzeyinde” olarak tarif ediyor. Televizyon ve sinema alanında aktif çalışıyor. Program yönetmenliğinin ardından şu an program yapımcılığı yapıyor. Film inceleme yazıları yazıyor ve editörlük yapıyor. Edebiyat yani yazmak ise hayatının her alanını kapsamış diyebilirim. Zira “konuşamadıklarımı yazıyorum,” diyen nadir yazarlardan.
Erangin, katmanlı romanında okuruna usul usul sosyolojiden, psikolojiden, travmalardan bahsediyor. Kahramanı Oğuz, etrafında sosyal yaşamın başarısının da başarısızlığının da temelinin nerede atıldığını anlatıyor. Korkularımız, sevgimiz ya da sevgisizliğimizi, kabul edip, ya da neden kabul edemediklerimizi ayna tutarak bize gösteriyor. Böylece romanın sayfaları ilerledikçe ritmi de yükseliyor.
Yasemin Seven Erangin’e son kitabı Bir Cinayetin Sıra Dışı Hikayesi “OĞUZ” ağırlıklı olmak üzere, sinema, film, edebiyat hakkında düşüncelerini, fikirlerini, planlarını soracağım.
Buyurun sohbetimize…
Yasemin öncelikle yeni kitabının sana şans getirmesini dileyerek başlamak istiyorum. Son dönemde yeni yazarlardan okuduğum en iyi romandı, OĞUZ. Romana hazırlanma sürecinden bahsedebilir misin? Ne kadar sürede hazırlandın?
Teşekkür ederim. İlk kitabım öykü türündeydi, bu kez bir polisiye novella yazdım. Uzun zamandır novella yazmak istiyordum, bana gelen okuyucu yorumlarında hep bu yönde oldu. Aldığım en güzel yorumlar “Tadı damağımızda kaldı” ile bitenlerdi. Novella yazmayı koymuştum kafama ama tür olarak polisiyeye yakın olacağını düşünmedim. “Oğuz” kendi hikayesini yazan bir karakterdi, tıpkı diğer karakterler gibi ama bu kez daha tehlikeli bir karakter vardı karşımda. Üstelik erkek. Uzun zamandır zihnimde geziyordu hikâye, ama yazarken çıktı tüm detaylar… Neredeyse altı aylık bir zamanda tamamladım kitabı.
Hacim olarak küçük ancak çok katmanlı bir kitap “OĞUZ”. Sayfalar ilerledikçe sebep sonuç ilişkileri yerine oturuyor, ilginçleşiyor. Kahramanımız Oğuz aslında kendine küs ve sen bu atmosferi ustalıkla okura sunuyorsun. Elbette kitabın sürprizini kaçırmak istemem ancak kendiyle derdi olan kahramanı yazmak, zaman zaman yazarın kendini kanatması demek benim için. Buna katılıyor musun?
Evet hacim olarak küçük bir kitap “Oğuz” ama derdi de dünyası da büyük. Katmanlı hikayeleri yazmak hem oldukça zor hem de yazar için oldukça keyifli. Sanırım, karakteri detaylandırdığın hikayelerle vermek benim için kolay bir yol, belki sinemanın bana kazandırdığı bir özelliği. Kitabın son halini paylaştığım sinemacı bir arkadaşım “Elimde kurgulanmış bir senaryo var” yorumunda bulundu. Aldığım eğitimle, mesleğimle ve yazındaki biçimimle ilgili olmalı. Elbette her karakterin yazarını biraz kanattığını düşünüyorum ama “Oğuz” beni en az acıtan hikayem oldu. Daha çok Oğuz’un annesi Tüliş’i yazarken canım yandı. Üstelik yüz yıllardır kadınların yaşadığı her acı birbirine bu kadar benzer ve aynı zamanda bu kadar başkayken.
Çocukluğumuz kara kutumuz. Bütün bilgiler orada toplanıp kişiliğimiz olarak şekilleniyor. Oğuz’un karanlık sevmesi, sosyalleşmede sorun yaşaması bu kara kutuda gizli. Sen kitabın ve yarattığın karakter üzerinden ve iki güzel çocuğun annesi olarak bu konuda neler söylemek istersin?
Bu konuda sanırım kıymetli yazar Nihan Kaya ile aynı düşünüyorum. “Çocukluk bir cehennemdir” Kara kutu olarak nitelendirdiğin çocukluk dönemi, en büyük acıların çekildiği ama bunun acı olduğunun farkında olmadığın yer demek benim için. Çocuklara –ıma- dünya kurarken bunun farkında olmayı, farkında kalmayı deniyorum. Mavi bulutlar, kırmızı şekerler, pamuktan bir dünya demek değil ne yazık ki çocukluk. Kendi kızlarıma bakarken de ne kadar çok acı çektiklerini ama bunun acı olduğunun farkında olmadıklarını gördükçe daha çok yara açılıyor içimde. Oğuz’da çocukluğundan anlatıyor bize, biz önce onun çocukluk acılarını sonra nasıl büyüdüğünü okuyoruz. Kara kutular açmak tehlikeli ama gerçek!
Girişte de belirttiğim gibi olaylar Oğuz etrafında dönse de yan karakterler ve olaylarla katmanlaşıyor. Ülke gündeminden esintiler de var, iş ortamındaki mücadeleden de. Birden fazla kişinin ruhsal durum ve sonuçlarına da şahit oluyoruz. Kötülük kavramıyla yüzleşiyoruz. Sence kişiliğimizi yaşadığımız birçok iyi olaya karşın bir kötü olay mı şekillendirir? Kötülük kalıcı mıdır? Güç ve kötülük arasındaki bağ sence nerede başlar?
Oğuz, yaşadığımız yerden bir adam, biraz beyaz yakalı, biraz mahalleli, biraz erkek, biraz dişi, kendince derdi olan, kendince iyi, zaman zaman kötü bir karakter. İyi bir karakter mi bilmem, okuyucunun yorumu bu ama benim yazdığım tamamen her yerde rastladığımız, işte, sokakta, akrabalar arasında, arkadaş ortamında… Biri Oğuz. Benden biraz, senden biraz ama insan, hepimizin olduğu kadar insan. İyilik-kötülük üzerinden yazılan onlarca makale, onlarca eser, analiz ve yorumlama biçimleri var ama, hepimiz başka yerden bakıyoruz. Her şeyin seçimlerden oluştuğunu düşünüyorum çoğu zaman. Biraz iyi biraz kötü, biraz sinsi biraz saf biraz bilmem neyiz… Ama bunları seçme hakkı tamamen bizde. Ben Oğuz’un yerinde olsam onun yaptıklarını yapmam ama Oğuz, kendini buradan tamamlıyor, kendini burda buluyor. Bu tamamen onun seçimi. Güç ile kötülük arasında bir bağ var mı bilmiyorum, ama hem ülkede hem de dünyada irili ufaklı “Güç Zehirlenmesi” yaşayan karakterlere şahit oluyoruz. İşte o güç zehirlenmesinin sonucu kötü olmaksa bunun yine “Seçim”le bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Birine zarar vermek seçimle ilgili, oysa insan karanlık bir varlık içinde bir yerde zarar vermenin hazzını taşıyor olabilir. İnsan kendini çok kolay ve pratik bir şekilde ehlileştirebilir… Bunu sağlayan normlar ve her ne kadar tamamen uygulanmasa da yasalar var. Asıl mesele insanın kendine çıkardığı yasa sanırım.
Eserinde farklı bir anne modeli var. “Tüliş”. Derinlerde travmalarını saklayan biri. Anne iyiliği temsil edebilir mi? Kişiliğimizde annenin etkisi ne kadardır?
Tüliş iyi bir anne değil, klasik bir anne. Her anne kadar iyi, her anne kadar bencil. İyi annelik nedir açıkçası ben de bilmiyorum, anne olmama rağmen. Tüliş’te her anne kadar çocuğunu koruyor, korumaya çalışıyor, onun için endişe duyuyor ama halının altına süpürmekten vazgeçmiyor.
Hepimizin yaptığı gibi, bunu bize ülkemizin şartları, dünyanın gidişatı yaptırıyor dersek eksik demiş oluruz. Bu annelik, kadınlık, kutsallık meselesi hep tartışıldı. Adı başkaydı belli ki ama mevzu hep aynıydı. Ben kişisel yaşamımda çocuklarımın haklarını gözeterek onlara kılavuzluk yapmaya çabalıyorum ve biliyorum ki benim ya da ailemin içindeki yasalarla bu ülkede yaşamak onları çok kıracak. Kötü kokuların sık sık yükseldiği çukurlar gittikçe büyüyor. Vicdanın iyi anlaşılması, iyi anlatılması lazım. Vicdanlı bir anne olmak gerisini beraberinde getirebilir. Meyve hep gölgesine düşüyor maalesef, çoğumuz annemize dönüşüyoruz ve bunu fark ettikçe buna engel olmaya çabalıyoruz. İyi anne kötü anneye benzemek seçimi ile ilgili değil bu, insan eleştirdiğine, kızdığına benzemeye başladığında tükeniyor.
Kahramanın, acıyı da silik kalmayı da korkuları da karanlık kadar seven biri. Hatta bundan besleniyor diyebiliriz belki de? Bu hangi tür insan için var olma durumudur?
Oğuz acısından beslenen biri değil bence, ben onu öyle yorumlamadım. Oğuz acılarını açan, anlatan, kendiyle dalga geçen bir karakter. Ama bunu zamanla öğreniyor, bu öğrenmesine şahit olmak okuyucusu besleniyor yanılgısına götürebilir belki ama bu da bir çeşit beslenememe ise öyle denebilir. Silik kalmayı ve karanlığı sevmiyor Oğuz, bunu kendine söyledikçe silikliğinin, karanlığının azalacağına ve zamanla biteceğine inanıyor diyebilir onun için.
Kahramanın OĞUZ’un fiziksel görünümüyle, yüzündeki “ben” ile oldukça büyük bir sorunu var. Bu kurgunun bir alt yazısı var mı? Neden “ben” ile bir çatışma yarattın?
İnsan en temelde görüşü ile bağ kuruyor, güzel kadınlar, güzel erkekler standartlardan daha fazla kendine güveniyor, en azından bizim kabukta gördüğümüz o… Oğuz’un çirkinliği onun agresifliğinin en temel yeri. Çirkin olmak çoğu insana geldiği gibi geliyor ona da. Zamanımızın en çatışmalı, en fazla konuşulan, en büyük konularından biri “Güzellik- Yakışıklılık”. Oğuz’da ben gibi, sen gibi toplumda var olan, onun ilkeleri ile yaşayan bir karakter. Yüzünün ortasında bir ben olması bana, sana, çoğu insana geldiği gibi ona da kötü geliyor. Neye göre güzel neye göre çirkinde uzun uzun konuşulması gereken bir mesele.
“OĞUZ” un çok sade ama aynı zamanda akıcı bir dili var. Anlatıcı aynı zamanda kahramanın kendisi. Hal böyle olunca öykünün, romanın en zor dili oluyor bu. Bu dili ustaca kullanmayı nasıl başardın? Yeni yazmaya başlayanlar için neler söylemek istersin?
Neredeyse on bir yaşımdan beri yazıyorum. On bir yaşımdan şu vakte kadar onlarca sayfa yazdım ve yazdıkça dilimin daha da sadeleşmesi gerektiğine inandım. Bu bir seçim elbette. İlk kitabım “Annemin Son Dört Günü” ile “Oğuz” arasında çokça fark var. Dil zamanla kendini bulan bir varlık. Ayfer Tunç “Yaşadığım gibi yazıyorum” der ya benimki de onunki gibi. Yaşadığım gibi yazmayı, öyküyü oradan kurmayı, dili oradan yürütmeyi buldum zamanla. Belki beş kitap sonra bu başka bir yere evrilecek bilmiyorum ama konuştuğum gibi yazıp öyküyü kurgulamayı seviyorum. Benim ustam amcam, Batman’da yaşıyor, öğretmen, oyuncu, tiyatro yönetmeni. Beni edebiyat dünyasının ortasına o attı, büyün suçlu o. 15 yaşlarındayım bir öyküyü durmadan farklı biçimlerde yazıyorum ona götürüyorum, sürekli üzerine notlar alıyor, olmayan yerlerini çiziyor, beni yerden yere vuruyor. O zaman dağılmış, yazmaya yemin etmiştim ama ertesi gün aynı öyküyü yeniden yazarken buldum kendimi. Tuhaf bir tutku. Orhan Veli’nin delirme meselesi gibi. Yazar adaylarına tavsiye verecek kadar büyümedim, büyümekte ne bilmiyorum ama yazmak büyük bir tutku gerektiriyor. O tutku eriyorsa tehlikeli ama erimiyorsa sonuç çok eğlenceli oluyor.
Kitabın artık senden çıktı, okurun oldu. Basılmış olarak eline aldığında eksik bulduğun, beğenmediğin yerler oldu mu? Kendini eleştirir misin?
İlk kitabımdan bu yana kendimi hep eleştirdim, öykülerim dergilerde yayınlandığında da öncesinde de eleştirdim hala eleştiriyorum. Sanırım “Oğuz”da bu daha az oldu ama bu “oldu bu ben oldum” anlamında değil, daha kontrollü yazıyorum artık ilk ve ikinci kitabımda kendimi kapatıyordum, metnin, karakterin içinde yürüyordum şimdi karakterlerimle sohbet ediyorum. Kırmızı çizgilerim var onlara karşı, hatta gardımı bile alıyorum. Bu çok gerçek ve olması seni daha güçlü kılan bir şey. Sanırım öğreniyorum.
Yeni yazarları okumayı sevdiğini biliyorum. Son zamanda okuduğun ve önereceğin yeni yazarlar kimler?
Yeni yazarlar okumayı çok seviyorum, başka bir yerden bakıyorlar dünyaya, edebiyata. Haftada birkaç kitap bitiyorum ama öneri vermek istemem. Haddim değil. Ama şunu söylemek isterim ki büyük yayınevlerinden çıkan, niteliksiz metinlerle sıklıkla karşılaşıyorum ve bu beni çok üzüyor. Şimdilerde butik yayınevlerinden çıkan genç yazarları okuyorum ve çok iyi metinler okuyorum. Mesele başka…
“OĞUZ”un devamı gelecek mi?
Oğuz’un devamını yazmaya başladım ama bu kez bambaşka bir yerden yazıyorum, sürpriz. Aynı zamanda Oğuz’un senaryosunu yazıyorum, yeni başladım ama neler olur bilmem. Araya yeni projemi de sıkıştırarak, 8 Mart’ta raflarda olacak olan “Adı: Kadın” öykü seçkisine tüm kadınların öykülerini bekliyorum. Gelirini Mor Çatı’ya bağışlayacağımız bu seçkide süper isimler var. Ayrıkotu yayınevine, yol arkadaşım gazeteci- yazar Ülkü Yağmur Ural ve değerli jüri üyelerine de bana verdikleri destek için bir kez daha teşekkür ederim.
Cevapların için çok teşekkür ederim.
Bu keyifli söyleşi için ayrıca size de çok teşekkür ederim.
edebiyathaber.net (10 Ekim 2023)