“Nancy bu mücadelede de onunla birlikteydi ve daha sonraları odasına döndüğünde ve hasta önlüğünü sıyırıp ona o görünür tümseği, vücuduna gömülü olan defibrilatörü gösterdiğinde, bakamamıştı. Ona, ‘Sevgilim’ dedi, ‘bunu beni korumak için taktılar- üzülmene gerek yok.’ ‘Seni korumak için taktıklarını biliyorum. Seni böyle bir şeyin koruyabilecek olmasından memnununum. Ancak onu görmek beni afallatıyor, çünkü’ deyip onu teselli edecek bir yalan bulmak için çok geç kaldığından dolayı cümlesini şöyle bitirdi: ‘Çünkü sen her zaman çok genç biriydin.’”
Her defasında “Acaba şimdi ne yazmış?” diye merak edip bir yazarın bütün külliyatını bitirdiğiniz olmuştur. Nadir yazarın okuyucusuna yaşatabildiği bir şey bu. Bir kitabını okuyup üzerine aşağı yukarı fikir edindiğiniz kimi yazarın ise diğer kitaplarına göz ucuyla dahi bakmazsınız ve dahi yem, türlü türlü sunulmuş olmasına rağmen size.
“Yaşayan en büyük usta” tamlama silsilesinin en gözde isimlerinden biri Philip Roth. Yazarlığının şahikasından olsa gerek çoğu okuru, “kitapları arasında en sevdiğiniz hangisi?” sorusuna şöyle bir düşünmeden o anda yanıt veremez. İnsan Lekesi, Öfke, Pastoral Amerika, Aldatma, Patrimony, Ölen Hayvan, Bir Komünistle Evlendim… Ödülden ödüle koşturan, Amerika edebiyatının en iyileri arasına konulan Roth’un hemen her kitabındaki ezcümle yöntemi tek bir konu üzerine odaklanıp, çevresinde gelişen olayları o konunun etrafına en isabetli yerlere dizmek suretiyle anlatısını oluşturmak. Örneğin İnsan Lekesi çok basit bir yanlış anlama nedeniyle ırkçılıkla suçlanan bir edebiyat profesörünün tecrit edilme hikâyesini anlatır. Mahalle baskısı için, “Yafta, işin mantığıdır” ve gerisi kolaydır.
Roth’un Sokaktaki Adam’ı ise yaşlılık üzerine. Çoğu insan için “çok uzakta” bir gelecekteymiş gibi duran yaşlılık. İncecik kitabı bitirdiğinizde hastalıkla mücadele eden bir bedenin ağırlığı ve bu bedenle geçmişi hatırlamanın insana nasıl dokunabileceğini iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Birer yıl arayla hastanede yedinci kez yatmanın nasıl bir şey olabileceğini, teker teker hemen bütün organlarınız iflas bayrağını çekerken, ölüme ağır çekimle gitmenin zorluğunu, kimi arkadaşlarınızın öldüğünü kimisinin de sizin gibi hastalıklarla boğuştuğunu duymanın beter bir şey olabileceğini anlayabiliyorsunuz ya da daha doğrusu tahmin edebiliyorsunuz. Ve bir okuyucu olarak – gözlemleriniz dışında yaşlılıkla birebir tanışmamışsanız eğer- “Yaşlılık bir savaş değildir; yaşlılık bir katliamdır” sonucuna, Sokaktaki Adam ile kani oluyorsunuz.
Esas karakterin cenaze merasimi ile başlayan kitap yalnızca yaşlı bir bedenin hem fizikken hem de manen yaşadıklarını anlatmıyor. Baba-oğul ve baba-kız ilişkisinin farklılığını düşündürüyor. İşkenceye dönen evlilikte, canavara dönüşen insanın hali anlaşılır kılınıyor.
Uzun yılların başarılı reklamcısının artık uzak geçmişte kalan hayali olan resim yapmayı bir sahil kasabasına yerleştikten sonra resim dersleri vererek telafi etmeye çalışmasının bizzat kendi çocukları tarafından komik bulunmasını okuduğunuzda ise ister istemez şüpheleniyorsunuz. Hayallerini daha makul gözüken şeylere değiştirmek ne kadar süre mutlu edebilir bir insanı?
“…ve yaşlılığında bir ‘ressam’ haline gelişi, işte bu, oğulları için, şakaların en büyüğüydü. Her gün ciddi ciddi resim yapmaya başladığında Randy’nin babaları için uydurduğu alaycı takma isim, ‘mutlu çaylak’tı.”
Sokaktaki Adam’ın bir adı yok. İhtiyar sadece. Adının olmaması belki de bilinçli bir tercih. Genel başlık altında toplanabilecek, herkesin tıpatıp aynı şeyleri yaşadığı bir dönem yaşlılık. Pinochet, Recep, Kenan fark etmiyor. İhtiyarlıkta, ölümde olduğu gibi herkes eşitleniyor.
Filiz Gazi – edebiyathaber.net (25 Kasım 2013)