Eşikteki söz kendi engelidir her zaman insanın. Bekleyiş ve tükenişlerin işaretleri saklıdır orada. Gitmekle kalmak arasında bir yerde durur, durdurursunuz duygularınızı.
Gitmeyi seçen bir bakışın ardına takılıp gidiyorum ben de; Çehov’un, “her şeyin Sahalinleştiği” bir zamanda çıkıp Sibirya’nın öte ucuna gittiği gibi…
Daha dipte olanı görmek isteyen bir bakışı anlıyorum. Umudu, yaşama umudunu çekip oradan çıkarmak için gidiyordu belki de! Kırgındı ülkesine dair, bir de yaşadıklarına…
Savrulmak yerine gitmek, en güzel eylem.
Ya şu sözlere ne demeli:
“Artık diyebilirim: Yaşadım. Benden bu kadar. Sahalin cehennemini de gördüm, Seylan Adası gibi cenneti de…”
Evet, yaşadım diyebilmek için aynı çağda hem cenneti hem de cehennemini yaratmalı insan. Dahası, yaratıyor da! Bazen gitmeye gerek yok, eşikte sizi bekliyor da çoğu kez.
Yaşadığınız zamanın sizi tutunduran duygularından da uzaklaştığın an, işte cehenneminiz başlıyor demektir.
Gördüklerimi görmedim, yaşadıklarımı yaşamadım diyemediğinize göre; bellek yıkıntılarına düşmeye de gerek yok. Çünkü, size iyi gelen biriyle gerçek hayatın ağırlığından kurtulursunuz. Yüzünüzü buna dönmelisiniz işte o en dar zamanlarınızda.
Çehov, kırgın, karşılıksız bir aşktan uzaklaşmak için biraz da Sahalin cehennemine gitmeyi seçmişti. Yaşamak istediği bir tür yüzleşmeydi belki de; içindekiyle dıştakileri karşılaştırmak… Ama, o, daha çok izlenimlerini anlattı Sahalin Adası kitabında. Çıktığı içsel yolcuğun izlerini çok az bulursunuz satırlarında. Hep eşiklerde bekletip durur sizi bir pasajdan diğerine geçerken. En fazla şöyle der:
“Sabah hem yatak hem oda hem de dışarısı soğuktu. Dışarıya çıktığımda yağmur yağıyor ve sert rüzgâr ağaçları büküyordu. Deniz uğulduyor, özellikle rüzgâr şiddetini artırdığında yağmur damlaları ince saçma gibi yüze ve çatıya vuruyordu.”
Gene de, onun, şu satırlarını seviyordum okurken:
“Burada sahilde düşünmüyorsun, düşüncelere dalıyorsun; korkutucu ama yeni de kımıldamadan durma, dalgaların monoton hareketini izleme ve müthiş uğultularını dinleme isteğinden alıkoymuyorsun kendini.”
Her bir anlatısında kendini bir yerde konumlandıran anlatıcıdır Çehov. Gören göz, hisseden bakıştır. Gitmek bütün varoluşunu da taşımaktır; yapacağı ise yüzleşmektir. Hem kendi zamanıyla hem de içteki burukluğunun sızılarıyla. Ama yazarken onun hiç sızlandığını göremezsiniz. Süzerek, damıtarak anlatır.
Eminim ki yatışmayan duygulardır bizi yollara düşüren. Gitmeyi seçerken de, o eşikteki söze kaldırır dağıtırız zamana. Yeni söz arayışındadır çünkü bakışlarımız. Öğrenmişsinizdir kırılmayı, bırakılmayı, terkedişleri. Çağrısı olan söz de avutamaz sizi. Yurdunuz mutsuzsa sizin mutluluğunuz on para etmez. Neonların parıltısı aldatıcıdır her zaman. Dibe, en dibe inmek gerek… Bunun için de grizu patlamalarının olması gerekmiyor. Toplumu tanımadan, bu altüst oluşu anlamadan kendi küçük mutluluklarınızın üzerine bina inşa etmenizin bir anlamı yok.
Fakir Baykurt, 1960’ların ikliminde yazmıştı Amerikan Sargısı ve Keklik romanlarını. Küresel kapitalizmin, Amerikan hegemonyasının bugün geri kalmış ülkelerde yaptıklarının ilk provasını gerçekleştirdikleri zamanı anlatıyordu. Bir av sahasıydı ülke. İkili antlaşmalar, uygulama projeleri, yeraltı kaynaklarının talanı… Siyasetin dizaynı, toplumsal hayatın adeta hormonlaştırılması ve daha birçok şeyin biçimlendiği bir süreç…
Vicdan duygusuyla yazan bir yazarın tüm bu olup bitenleri görmemesi mümkün değil. Çok uzağa gitmeye gerek yok; tıpkı Baykurt’un yaptığı gibi, o günlerde yaşadığı Ankara’nın köylüklerine çıkarak yazmıştı Kaplumbağalar’ı, Köygöçüren’i ve andığım romanlarını; bugün siz de yaşadığınız yerden olup bitenlere baktığınızda ne tür bir cenneti/cehennemi yaşadığımızı, o altüst oluşların neden/niçinlerine pekala görebilir, anlatabilirsiniz. Öyle ki, belki de bütün bunları görmek/yazmak duygusudur bir yazarı ancak yatıştırabilecek. Bugün, dünden daha çok şey var yazılacak; yurdum, bugün daha fazla kanamakta, kan kaybetmekte çünkü…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (25 Kasım 2014)