Duayen bir yayıncıyla konuşuyoruz. 1960’ların kültürel ikliminin tanıklığını anlatıyordu bana. Tanıdık yüzler, bildik imzalar; ama bilinmeyen öykülerden söz ediyordu.
Söz dönüp dolaşıp yazdıklarıma gelince beni bir sıkıntı bastı. Ne geriye bakmayı ne de yazıp ettiklerim üzerine konuşmayı oldum olası sevmem. Bugün ne yaptığım, neyi yazıp ettiğim, nasıl yaşadığım önceliğim olmuştur hep.
O, bir ara, “kendin için çalış” demiş, şunları eklemişti; “mademki bu kadar birikimin var, neden başkalarının değirmenine su taşıyorsun!”
Anlıyordum, onunkisi haklı bir uyarıydı aslında.
Bu ülkede, her alanda ama, bu sözden şu anlaşılırdı: Vitrinde ol, keseni doldur; biraz bukalemun gibi davran, biraz dalkavukluk et yeter…
Onun uyarısı bunları içermese de; kendin için çalışmaktan daha çok bunun anlaşıldığı bir ülkeye varmıştık. Yani, masumiyetini yitirmiş bir toplumda bundan söz etmek çok mümkün değil.
Yazan bir insanın karşılığını alamadığı bir ülkeden söz ediyorum.
Yazdığınız bir yazının, yayımlanan bir kitabınızın karşılığını alamadığınız bir yayın ortamından söz ediyorduk üstelik.
“İstemesini bileceksin!”
Bu da çok bilinen bir söz. Yüzsüz bir yayıncı için açtığım davayı kazandığımızın haberini ileten avukatıma; “Bu parayı alamayacağımı bilsem de davayı kazanmış olmana sevindim,” diyebilmiştim ancak. Yetmiş-seksen bin tl’lik bir davayı kazanmış olmanız yetmiyor bu ülkede, gidip borçlu konumundaki yayıncının yakasına yapışsanız da bunu alamıyorsunuz.
Bir dostumun acı uyarısı ise ülkenin geldiği noktayı gösterecek düzeydeydi doğrusu: “Mafya ne güne duruyor, git yarısı sizin olsun de; bak çatır çatır nasıl öder…”
Gene de, ben, yayıncı dostumun “kendin için çalış” uyarısını iyicil olarak alıp; iz bırakacak şeyleri ortaya çıkarmak gerektiğini düşündüm.
Yüzümü kızartarak söyleyeyim ki, öylesi çalışmalarım yok değil. Bunlardan birkaçını büyük bir yayınevinin yöneticisinin önüne koyduğumda, benim diğer çalışmalarımın hiçbirinin farkında olmadığını gözledim.
O, orada, aslında “kendisi için çalışan” biriydi. Karşısındaki kişi, şunca yıldır edebiyatın içinde; hiçbir karşılık beklemeden şunca yazı kitap yazmış biri olarak duruyor, görüşme günü saati belli, nezaket gösterip o kişi ile ilgili bir satır bilgi edinme gereğini bile hissetmiyor.
Sanırım “kendi için çalışmak” böyle bir şey olsa gerek!
Koltuğumun altına dosyamı alarak bir yayıncının kapısına gitme zamanım geçti.
Son bir “not”um şöyleydi, gene kadim bir yayıncı dostuma:“ ‘kitap önerdin de hayır mı dedik’ dememen için…”
Bundan böyle hiçbir yayıncının ayağına gitmeyeceğimi söylemek, artık “kendim için” çalışmakta olduğumu açıklamak zamanı geldi de geçti bile…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (1 Eylül 2015)