Yayıncılıkta bir moda olduğunu söyleyebilirim; ne iş yapıyorsunuz sorusunun yanıtı çoğunlukla: “Bir yayınevinde editörüm,” dür.
Bu, benim için, hem sevindirici hem de kaygı verici bir söz… Neden mi? Editörlüğü bir iş/meslek olarak benimseyip sahiplenerek söylemek sevindirici elbette. Ama bir yandan da kaygı verici, çünkü; bunu dillendiren (ihtimal) genç insan bu işi bir okuma hevesinin sürüklenişi olarak görmektedir.
Editörlük başvurusuna gelenlerden duyduğum ilk söz, genellikle; “okurum”dur. Gözlerindeki ışıltıyı anlarım, ama editörlüğün yalnızca “okumak” olmadığını, başka “haslet”ler de gerektirdiğini söylemeyi/göstermeyi sonraya bırakırım. Çünkü, bilirim ki; editörlük bir yerden okunup öğrenilerek yönelinecek/yapılacak bir iş değildir.
Ancak, bir yerde başlayıp, bunu meslek edinenlerden usta-çırak ilişkisiyle öğrenilerek, kendi beceri/birikimini, bazı özel yetenekleriyle geliştirilip bir mesleğe dönüştürebilecekleri tutkulu bir uğraştır.
Bizde, okumayı seven, yazan, hatta kitap çıkarmış birilerinin editörlük yapabileceği sanılır. Bu yargı/bakışın yanlışlığının altını çizmek isterim. İyi bir yazardan iyi editör çıkmaz. Ama her iyi yazarın iyi bir editörü olmalıdır.
Şunca yıldır yazıp eden, onlarca kitap çıkaran, yüzlercesini de yayımlayan biri olarak; halen, bir editörle çalışmayı yeğlerim. Yani kendi kitabımı rahatlıkla bir editöre teslim ederim. Bu yazdığına güvensizlik değildir.
Geçenlerde, bir romancı dostum, yeni başladığı romanından bir iki bölüm okumamı istemişti. Okuyup düşüncelerimi söylediğimde; “Ne yapmamam gerektiğini az çok biliyordum, ama bundan emin olmak için bilen bir gözün bana bunu söylemesini istiyordum,” demişti.
Sanırım, biraz da, editörlük budur. Bir düşüncesi olmak, üst-bakışın donanımına sahip birikimi taşımak… Yazara güven verip, yazılana dair söz söyleme, hatta bunu onarma/yapılandırma cesaretini kendinde bulma, yazara da bunu aşılayabilme…
Birine editör diyebilmek başka şeydir, kendini editör hissetmek başka.
“Buyrun, sizi editör yaptım,” demekle de bu iş/meslek olamayacağına göre; istek/tutku, öğrenme arzusu, merak… Araştırma duygusu, dil bilinci… Hatta buna şunu da eklerim, sözlük okuma hevesi.
Yayınevinde ahşaptan bir kitap kaidesi yaptırmıştım, küçük bir konuşma kürsüsünü andırıyordu. Üzerine de büyükçe bir sözlük yerleştirmiş, sayfalarını da açık tutmuştum. Tam da editörlerin çalıştığı alana yakın bir yerde duruyordu. Özellikle oraya yerleştirmiştim. En azından gelip geçerken göz atarlar diye. Bu bir oyun gibi gelse de, birkaçı dışında çoğunun umurunda olmadığını gözlemiştim. Ama gene de sözlüğü hep orada tutmuştum. Bugün, çalışma evimde de sürekli açık tuttuğum bir baş sözlüğüm vardır.
Küçük kardeşim takılır bazen; “Abi, sen cami imamı da olsan işini böyle yapardın,” diye.
Sanırım bir meslek ancak tutkuyla, bilgi, bilinçle yapılıp, hak ettiği saygıyı görünce mesleğe dönüşebiliyor, zanaattan ve sanattan söz edebiliyoruz sonra.
Rönesans’ı yaşayamamamızın sonuçları bugün ortada. Türk aydınlanması dediğimiz şey, yani bir tür toplumun “habitus”unu var etmek tümüyle buralardan geçiyor.
Söz geldi şimdi asıl editörlüğe dayandı…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (29 Eylül 2015)