Ülkemizin üretim sorunlarını tartışırken sürekli ısladığımız bir şey var; satış ve pazarlama. Dahası markalaşmayla gelen, ürün kalitesini de bir ölçüde tescilleştiren yeni pazarlama-satış stratejileri…
Sanırım üretemeyen bir toplum bunun çok da farkında, umurunda değil. Bir tür “kargo” işi yapıyor, alıyor, getiriyor ve istenen yerlere satıyor. Elbette bu işin bir ayağı, bunun bile satışta bir yolu yordamı vardır, olmalıdır. Ama benim burada asıl üzerinde durmak istediğim üretirken markalaşmak, markalaşırken de satışta mağazacılığı geliştirmek.
Bu, bütün sektörler için geçerli bir olgudur.
Bakın, sektörel kimliğini bulmuş üretim biçimleri hem satış/pazarlama, hem de mağazacılık kültürünü geliştirmiştir. Üstelik bu alanda insan kaynaklı yatırımlara yönelmiştir.
Finansal alanda hizmet sektörü olsa da, sanırım bankacılık, sigortacılık bunların başında gelmektedir. Sanıldığı gibi turizm en başta yer almaz.
Çin ve Uzakdoğu’nun pazarı durumuna gelen ülkemizdeki üretim kaybıyla birlikte, sektörel gerileme söz konusu kanımca.
Yani, yeni üretim sahaları açılmadığı gibi, süregelen üretim alanlarında da gerileme, hatta yok olma söz konusu.
Bu işin bir boyutu. Yukarıda söylediğim gibi, siz, insanınızı üretimden yana değil “kargo”culuktan yana yönlendirirseniz, Çin Pazarı denen olgu önünüzde engel olur bir süre sonra.
Gelelim yerli üretim ve mağazacılığa.
Sanırım, Anadolu Grubu’nun başkanı Tuncay Özilhan bir yerde söylemişti; yerli üretimin mağazacılıkta yaygınlık kazanmasını istediklerini, bu yüzden de Migros’a talip olduklarını.
Sanırım işin püf noktası da bu: Yerli üretim, yerli markalaşma. Ve ardından da bunun pazarlama/satışı, mağazalarınızda boy göstermesi.
Ben işe, küçük üreticiden başlanması gerektiğini düşünenlerdenim.
Bundan birkaç yıl önce, Antakya’nın Vakıflı köyünde muhtarla konuşuyorduk. Yöredeki narenciye üretimi, bunu pazarlama yöntemleri ilgimi çekmişti. İç piyasaya ürün vermediklerini, daha tarladayken ürünlerinin kaldırıldığını söylemişti. Üretici olarak ürettiklerinin satışına bakmak gibi bir dertleri olduğunu, kaliteli ürünün dış piyasada değer gördüğünü, bunun yanında markalaşmayla işleri olmadığını ve gerekli görmediklerini söylemesi üzerine ister istemez şunu düşünmüştüm; tarım alanında bunun yolu yordamı elbette var, ama işte bu yüzden yediğimiz Latin Amerika üretimi muzlarda marka etiketleri olurken, kendi Anamur muzumuzu korsan ürün gibi piyasaya sürmemizi de hiç anlamış değilimdir.
Örneğin, tarım alanında gelişmiş bir markalaşmadan söz edemediğimiz gibi mağazacılıktan da söz etmemiz pek mümkün değil. Dönüp baktığımızda, marketler zinciri bunu çok da önemsemiyor; çünkü üretici ayağı yok, markalaşmayı kendi satış pazarı için bir “av” gibi düşünüyor. Tüketici bilinci ise henüz oraya erişmiş değil.
Burada, başka bir alandan küçük bir örnek vermek isterim.
Geçenlerde Koşuyolu’nda Ceviz Ağacı diye bir cafe/pastane/restaurant vari bir yere gittim. Görünürde aslında pastane gibi duruyordu. İçeri adım atınca, aman Tanrım! Tam bir şekerleme/pasta üretim satış mağazası! İlk anda o renk cümbüşü albenili gelse de; bir süre sonra, oturduğunuz masada kendinizi satış dekoru/figüranı gibi görmeye başlıyorsunuz.
Birkaç şeyi bir arada yapmaya çalışmak… İşte mağazacılık bu değildir.
Üretim başka, satış başka, sunum ve hizmette dolaşım başkadır. Biz hepsini bir arada yapmayı önceleyen bir toplumuz.
Neyi niçin üretiyoruz, bunun yan dalları nelerdir? Bırakın bazı şeyleri başka meslektekiler üstlensin! Hayır, yok; hepsini ben yaparım; ama iğreti yaparım, bir arada yaparım kime ne zihniyeti…
İşte bu açıdan uzmanlaşamıyoruz, giderek de mesleksizleşiyoruz.
Bunun en güzel örneklerinden birini de kitap yayın sektöründe, kitapçılıkta görmekteyiz.
Kitap fuarlarımızın seyri az çok yayıncılığımızın görümünü anlatmaktadır bizlere. Yayıncılarla konuştuğunuzda ise işin mesleki yanının yetersizliğini hemen gözlemleyebiliyorsunuz. Özellikle de sektörün asal elemanlarının yetişemediğinden yakınan yayıncıların öncelikle yaptıkları işin mesleki boyutlarını düşünerek insana yatırım yapmaları gerektiğini görmeleri kaçınılmaz geliyor bana. Yalnızca taklitle yayıncılık, üretimde yaratıcılığı olmayan bir işi yapmanın ötesine sizi götüremediği gibi sektörel olarak da geliştiremez. Hele hele yayıncılığı bir meslek olarak görememe bu alanda daha başka açmazları da öne çıkarır.
Üretemeyen toplum sürüleşmeye, hiçleşmeye mahkumdur. Başkasının ürettiğini tüketen, bitince de; “kargoya gönder,” diyen bir kargo toplum olmak yolundayız. Bilmem bunun farkında mıyız?
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (10 Kasım 2015)