“Yaz”ın edebiyatımızda oldukça geniş bir kullanım alanı var. Öykü ve romanlarda mekânın rengine denk düşen bir dokunuş sunar yaz; zamanın başarılı bir tasviri yine çoğu zaman onun üzerinden yapılır. Yazın sıcaklığı bizi edebiyatın o samimi havasına taşır. Kumsallarda esen meltem, papatyalardan serili yeryüzü halıları, denize düşen karpuz kabuğu, çocuklar için gerçeğe dönüşen dondurma rüyası, ailece çıkılan piknikler ve uzun, pürüzsüz bir tatil hayali, “yaz”ın “biz”den olma halinin sahici delilleridir. Bunlar gerçek hayatın canlı ses ve görüntüleri olduğu gibi edebiyatımızda da bir mekân ve olay örgüsü, bir zaman algısı veya bir imgenin içini dolduran taze bir nefes olarak çıkar karşımıza.
“Yaz”ın yazı ile olan bu derin bağlantısı genç öykücülerimizden Serkan Türk’ün de ilgisini çekmiş olmalı ki ilk kitabının adını, araya belli bir “mesafe” de koyarak üstelik yine bu mevsimden devşirmiştir. Uzak Yaz, ilk göz ağrısı, bir ilk kitap olarak 2006 yılında buluşmuştu okuyucuyla. O tarihten bu zamana birçok dile misafir olmuş, birçok okur gönlüyle sıcak, samimi temaslar kurmuştu. Aradan geçen altı yılın ardından ikinci baskısını Dedalus Kitap’tan yapan Uzak Yaz, adı gibi uzak bir akraba, bir dostun yeniden karşımıza çıkıp bize eski güzel günlerden, yer yer hüzünlü ama hep umutlu an(ı)lardan bahsetmesi gibi hoş bir heyecana dönüştü, yazın hiç de uzak olmadığı şu günlerde.
Uzak Yaz, bir özlem türküsü gibi ses veriyor geçmişten. “Hüzün” tele dokunur bir nakarat gibi tekrar ediyor kendini her öyküde. Belli ki yazarın başat duygularından hüzün. Hani kitapta bir öyküsüne kapı yaptığı bir alıntı vardı Hilmi Yavuz’dan; şöyle diyordu şair: “ah bellek, acı bellek! hem arısın sen hem kim bilir hangi gülden kalma diken?” Mademki yazarın ruh akrabalarıydı şairler, bir dizenin kapsamı bir öyküye sığamayacak kadar geniş olabiliyordu; Hilmi Yavuz’un hüznü yücelten şu dizeleri Serkan Türk’ü haklı çıkarmaya yetiyor bu bilinçli tercihinde: “hüzün ki en çok yakışandır bize, belki de en çok anladığımız.”
Bir öykücünün şair yönünün de olması ve şiirden bolca beslenmesi muhakkak ki öykülerine yeni imkânlar katacaktır. Serkan Türk’ün öykülerinde de bu fazlasıyla hissediliyor. Cümlelerin kurulumundaki devriklik, anlatımda kendini yer yer gösteren kapalılık, epigraflardaki şair egemenliği, dar kalıpları sırtlanan derin anlamlar, her biri ayrı birer imge olarak kabul edilebilecek duygu ve düşünce saçakları bu verimli bahçenin mahsulleri olarak değerlendirilebilir sanıyorum. “Bahçe” demişken bunun öykücümüzün kullandığı en önemli imgelerinden olduğunu hatırlatmakta yarar var.
Zamanın bir kum saatinde olduğu gibi akıp gittiği, mekânın da bir yel gibi savrulduğu öykülerin toplamı Uzak Yaz. Güneşin varlığı ya da kaybıyla ilintilenen zaman aralıklarından gösteriyor renklerini. Öyküye fon oluşturacak ortamın ya da onu vakitli bir seyre bırakacak görselin değil, içindekilerin ne dediğinin derdinde olan bir anlatım yeğleniyor. İnsanın kadim hallerinden olan iç hesaplaşmalar başköşede duruyor. Hüzün kadar “acı” da itibar sahibi Serkan Türk’ün nazarında. Hayatta olanın hakkını vermek demek, mutluluğun yanında kederden de alacağını almayı gerektiriyor. Başta “öldüğümde ağlamadım” olmak üzere öykülerinde bu unsurlara olan sadakatini gözlemlemek hiç de zor değil.
“Özlem” bir gölge gibi takip ediyor öykülerde kahramanları. Geçmişin sarsıntısı şimdinin sancısına dönüşüyor. Hatıralar hak ettiğini buluyor; sokak aralarında, mahalle içlerinde, bahçelerde… Bir çocuk kaçan topun peşinden gidiyor, bir arazi bomboş duruyor öylece, uzakta bir köpeğin havlama sesi duyuluyor, kediler çöpü alaşağı etmiş aranıyorlar, yağmur sonrası içe çekilen toprak kokusunun ve kentlere, kasabalara ulaşma arzusuyla yollara düşmenin cazibesi kendine yetiyor… Balkonda saksılarını sulayan kadın nereye bakıyor öyle? Serkan Türk, bunlar gibi birçok aşina manzarayı bir emanetçi gibi gelip bırakıyor zihnimizin kuytularına.
Yaklaşık üç yıl önce okumuştum Uzak Yaz’ı ilk kez. Bu yıl bir hatırlatmayla çıktı okurunun karşısına Serkan Türk. Yeni bir öykü kitabı, belki bir roman beklerken kendisinden, ilk kitabın yeni basımının haberini vermesi sevindirici aslında… Bu durum, kitabın on yedi öyküsünün ayrı kollardan edebiyat denen o büyük denize usulca döküldüğünün ispatıdır. Yazarın, bu denizin rengine ve kokusuna kendinden kalıcı bir şeyler bulaştırdığının göstergesidir aynı zamanda.
Alper Sarı – edebiyathaber.net (11 Aralık 2012)