Yeni yayımlanan romanlar, öyküler arasında geziniyorum nicedir.
Okuyup bitirdiklerim, yarım bıraktıklarım, birkaç sayfadan sonra “seni okuyamam” dediklerim ve yeni başladıklarım çok şeyi anlattığı gibi; bir tek şeyi de söyletiyorlardı bana: “yazar dildir…”
Evet, yalnızca Borges böyle dediği için değil; gerçekten de yazarın asal işi dilledir. Bunu kullanamayan, biçimlemeyen, yaratıcılığını asıl orada gösteremeyip ruhunu yansıtamayan ne yazarsa yazsın yavandır, sığdır.
Bir dergi yönetmeni dostumla konuşuyoruz yeni yayımlanan bir roman üzerine. Yazarın okuduğu tarihsel kaynakları özetlemesinden öteye gidemeyen romanın sığlığı, okuru da dizi izleyicisine indirgeyerek avlıyordu açıkçası.
Ortalıktaki roman/öykü kirlenmesinin önünü almanın mümkünü yok!
Yazan toplum olmak güzel, anmalı elbette. Ama dilini konuşamayan, diline özen göstermeyen, dilinde iyi yazarları/yapıtları okuyamayan bir toplumun yazma isteği bana yapay geliyor. Başka aklın ürettiği ürünü kullanmanın kolaycılığı, bilisizliği, iğretiliği her bir yerde sırıtıyor.
Bu, üstüne üstlük eğitimimizin de nasıl erozyona uğradığının yansımasıdır. En azından Türkçe/edebiyat/dil eğitimimizin yetersizliğinin bir göstergesi.
Benim de yıllardır sürdürdüğüm “yaratıcı yazarlık” atölye çalışmalarına dudak bükenler kadar olumlayanlar da çoğunlukta.
Bu çalışmalarda ilk sözüm şudur: sizden yazar çıkaramam ben, yazarlık başka yazarların yazdıklarından öğrenilir. Bir diğer sözüm ise şöyledir: içinizdeki yaratıcılığı ortaya çıkaracağız, bunun dil aracılığıyla nasıl gerçekleşeceğini öğreteceğim.
Bir dilde yazmak öğrenilebilir. Ama bunu yapan/gerçekleştiren herkes bir ömür boyu da bunun öğrencisi kesilmelidir.
Bir dilde yazmak bilinci o dilde yaşamak duygusundan kaynaklanır öncelikle. Beş duyunuzla kavradığınız her bir şeyin sizin yazı dünyanızı biçimleyebilmesinde dil duygunuzun, görme biçiminizin, algı düzeyinizin bir yerde/noktada buluşması kaçınılmaz.
Benim dile gitmek dediğim, dilde yaşamak diye de bellediğim düşüncenin tözü burada oluşur. Ve yazar, işte o noktada başlar sözcükleri kendine bir söyleşim aracı kılmaya. Bin bir çağıltılarla gelen ses söze, oradan yazıya dönüşür. Bakışınızın izi bir nesnede anlam buluyorsa eğer, kurduğunuz o söyleşimle aldığınız yolun seyrine bakmalısınız ilkten. Çünkü yazıda iletişimi bir yazar beş duyusuyla kurar/yakalar, dönüştürür. Dilin/in taşıyıcılığı da burada renk alır. Kurmacayı seçen bir anlatıcı da hayatın/yaşananın özetleyeni değil anlatıcısıdır artık. İmgelem dünyası, gerçeğin görünen yönünün ötesine geçmesi, yarattığı alegori işte bu noktada yaratıcılığını gösterir.
Bu anlamda yazar ne konudur ne de yazılmayı bekleyen herhangi bir hayatın vakanüvisi.
Eğer söz barınaklarından geçirmişseniz kendinizi, kendi anlatı dilinizi kurmaya yönelirsiniz. Orada söylenmemiş sözün ardına düşersiniz bir geyik avcısı gibi. Kendi sözünüze, kendi dilinize sahip çıkmak için yaşamdan yeni yaşam çeşnileri çıkarmaya bakarsınız.
İşte orada esin vardır, etkilenme kaçınılmazdır; hayal gücünüz ivdiricinizdir her zaman ve bir “hakikat”i ne kadar soyutlamadan geçirebilirseniz o kadar da kendinizin kılarsınız. Sizin asıl anlatacağız gerçeklik de işte buradan başlar.
Evet; “yazar dildir, aziz meslektaşım.” Kitapsa dilinizin bir suretidir olsa olsa. Şunca sayfa yığıntısı döküp kibirlenenlere imrenmeyin derim size. Yontun kaleminizin ucunu, dönüp kendi dilinizin efendisi nasıl olunabilir onu öğrenmeye verin kendinizi sevgili meslektaşım.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (15 Aralık 2015)