Edebiyatçıların en önemli sorunlarının biri itibar, daha doğrusu itibarsızlık. Bunun kuşkusuz öznel ve nesnel gerekçeleri bulunuyor ve çoğu zaman da bu gerekçeler iç içe geçiyor.
Örneğin bir yazara, “Ne iş yapıyorsunuz?” diye sorulduğunda “Yazarım” yanıtını veremiyorsa, bu durum pekala öznel bir “eksiklik” olarak değerlendirilebilir, ama bu öznel eksikliğin içinde dahi sektörün nesnel sorunlarının doğrudan ya da dolaylı yansımalarını görmek mümkün; yalnızca yazarak hayatını sürdürebilen yaklaşık on beş kişiyi dışarıda bırakırsak, yazarlığı meslekten ziyade bir tür uğraşı kategorisine sokan telif sorunu var, okur sayısının azlığı var, var da var.
Acaba yazarın itibarını artırmanın, tedrici olarak okur sayısını çoğaltıp taşları yerli yerine oturtmanın yolları bulunabilir mi? Elbette çözümün birçok veçhesinden söz etmek mümkün; bu yazıda “yazar fuarı” konusunun önemine değinmek istiyorum. Hafta sonu CerModern’deydim. Ankara’nın bu önemli çok amaçlı kültür merkezinin yöneticileri Helün Fırat ve Zihni Tümer’le konuşurken çoktandır aklımda dönen konuları, edebiyatçı olmayan birilerinin de “dert edindiğini” gördüm. CerModern’de, sonu yazar fuarına doğru gidecek adımlar atılıyor; bunlardan en önemlisi Tolga Yüksel’in sorumluluğunda gerçekleşen CerEdebiyat Söyleşileri. Çok yakında edebiyatın merkezde olduğu, müziğin de ona “eşlik edeceği” önemli bir etkinlikler dizisine daha başlayacaklar. Bu etkinlik dizisinin sorumlusu ise yazar Gamze Güller olacak.
Etkinliklerdeki “geleneksel” ve “yeni” edebiyat anlayışları arasındaki temel farklar
Geleneksel etkinlik anlayışının erişebileceği en üst nokta, “Çıtayı yükseğe koyalım, atlayamasak da alkışlatırız!” noktasıdır ki bu son kertede edebiyata hizmetten ziyade “dostlar alışverişte görsün” anlayışının bir uzantısı oluyor ne yazık ki. Bu anlayış, elbette kendiliğinden doğmadı, tarihi bir zorunluluktan doğdu; çünkü ara kurumlar yoktu. Yazar, asli görevini dönemsel olarak bırakıp “organizatör” gibi davranmak; etkinlik mekanları ayarlamak, ulaşım ve barınma gibi türlü sorunlarla uğraşmak zorunda kalıyordu.
Ara kurumların ya da organizasyonların devreye girerek yavaş yavaş edebiyat etkinliklerinin düzeyini yükseltmeleri ve yazarı “zorunlu organizatör” kimliğinden kurtarmaları gerektiğini düşünüyorum.
Edebiyat çoktandır disiplinler arası bir kimlik kazanır oldu; başta sinema olmak üzere, fotoğrafla, müzikle ve plastik sanatlarla yakından ilişkili. Edebiyatın kazanmış olduğu disiplinler arası kimliğin “temsili” artık yazarların öznel becerilerinin sınırlarının ötesine geçti veya geçmeli. Farklı sanat dallarındaki yenilikleri sürekli takip eden, “dünyaya açık” uzmanların ve kurumların devreye girmelerinin zamanı geldi de geçiyor bile.
Kitap Fuarı da olsun Yazar Fuarı da
Bilindiği gibi edebiyat alanında fuarlar en temel anlamda ikiye ayrılır; kitap odaklı fuarlar, yazar odaklı fuarlar. Eğer, kitap odaklı olsun ama yazar da bulunsun derseniz bizdeki gibi tatsız tuzsuz bir çorba içmek zorunda kalırsınız.
Emin olun bizdeki kitap fuarlarında bulunmaktan az tanınmış yazar da memnun değil, çok tanınmış yazar da. Herkes -ne yazık ki- “mış” gibi davranmak zorunda kalıyor ve orada görünmeye, fotoğraf vermeye gayret ediyor. Oysa bu düzenin değişmesi lazım.
Tamam, kitap merkezli fuarlar yine olsun; yayınevleri oralarda bayraklarını göstersin ve bolca kitap satarak kasalarına nakit girmesini sağlasın, ama yazara itibar kazandıracak -yazar merkezli- fuarlar da olsun.
Açık konuşmak gerekirse bizdeki kitap fuarlarında salça satmakla kitap satmak arasında öz olarak çok fark yok, yalnızca satılan ürünler farklı. Salça satılan bir market tezgâhında salça üretenlerin bulunması ne kadar “tuhafsa”, kitap satılan bir fuarda yazarların bulunması da o kadar tuhaf aslında. Herhangi bir kitap fuarına gidin, orada bir standın ucuna oturmuş -imza için okur bekleyen- kırk yıllık edebiyatçıları göreceksiniz ve onların haline maalesef üzüleceksiniz. Yalnızca imza günü için kitap fuarlarına katılmak genelde biz yazarların motivasyonunu olumsuz yönde etkiliyor; zira oralarda kendimizi fazlalık gibi hissediyoruz.
İtibar kaybına işaret eden bu “üzüntünün” geride kalması için atılması gereken en önemli adım, fuarları kitap ve yazar fuarları olmak üzere ikiye ayırmaktan geçiyor.
Yazar fuarlarında yazarın veya yazarların katılacağı söyleşiler düzenlenebilir; yabancı yazarlarla yerli yazarlar, çok tanınmışlarla az tanınmışlar söyleşebilirler. Eksikliğini hissettiğimiz kitap okumaları yapılabilir. Ayrıca edebiyatın merkezde olduğu ama farklı disiplinlerin de bulunduğu etkinlikler düzenlenebilir. Bunların yanı sıra tematik olarak sınıflandırılmış ve her yıl değişen edebiyat uyarlaması filmler gösterilebilir. Kuşkusuz yıl içinde bu tür fuarların yanı sıra, yazarın merkezde olduğu ve iyi sunulan etkinlikler de düzenlenmeli.
Bu noktada, kitap ne olacak diye sormak mümkün. Tamam, kitap bulunmalı ama yazar fuarında doğrudan kitap satışı yapılmamalı ve fuarın merkezinde yazarın olduğu fikri bir an olsun unutulmamalı diye düşünüyorum. Bilindiği gibi dünyada bunun örnekleri çok fazla. Bizde de yazarı ön plana çıkaran, İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali (İTEF) başta olmak üzere birkaç etkinlik düzenleniyor ama bunların sayısı yeterli değil.
Esasen yazar fuarlarının edebiyata önemli bir hizmet olduğu ve uzun vadede kitap satışlarını olumlu yönde etkileyeceği bilincinin yayın dünyasının tüm bileşenlerince içselleştirilmesi gerekiyor.
Peki, hayalini kurduğumuz İstanbul Yazar Fuarı veya Ankara Yazar Fuarı benzeri etkinlikleri kim düzenleyebilir? TÜYAP gibi kurumların böylesi bir organizasyondan doğrudan ya da dolaylı olarak herhangi bir “kazancı” olamayacağı çok açık. O halde kim? Umarım ve dilerim, kültürel alandaki bu önemli boşluğu nitelikli biçimde doldurmak için bazı kuruluşlar kısa sürede öncülük ederler.
Emrah Polat – edebiyathaber.net (16 Mart 2015)