“Yataklar hazırlanıyor acılar için.”
Yaşanacak yer düşüncesine kapıldım birden adımlayınca kentin sokaklarını. Bir düşten uyanırcasına baktım her bir şeye. Tomurcuklanan ağaçlara, evlerin taraçalarına, balkonların gölgesine… Sonra taş avlularının serinliğini düşündüm Akdeniz evlerinin.
Yağmurun çisentisindeki buğulanış yeri göğü ayaklandırmıştı adeta. Gözlerinize yeni bir renk ağışması inmişti. Bu kez, hatırladım Saramago’nun romanını, insandaki içkörlüğü neyin alabileceğini düşündüm herkes bir ânda körelirse eğer…
Yazdıkça susan bir bakışın da böylesi bir alışkanlığı olduğunu bilmek yaralayıcı geldiği için belki de kalkıp gidiyordum bilmediğim kentlere… Tanınmayan yere, bilinmeyen dile, görülmeyen göze gitmek içinin ağusunu dindirmekti biraz da.
Kendi rüzgârında olanlar bilir bilmesine de, tutup bir ezgiyi dinlerken susup kalmak ister öylecene… Yani, ötedeki bir dağa kendince bir ad verir, çiçekleri dillendirir, bir çeşmenin su şırıltısını özler, bir avuç içinin duruluğuna yansıyan serinliğe dokundurur dudaklarını, kırmızı bir balonun peşinden koşar, beyaz bisikletinin düşlerine verir kendini, sonra bir saati edinmenin heyecanıyla ânları sayar, gider fütursuzca komşu kızının penceresine ayna tutar güneşle…
Ah o algın çocuk işte çıkar böyle zamanlarda ortaya. Gitmeyi seçen, kendi gölgesindeki zamanı da ellerinde tutmak ister. Bilir ki her gidiş yeni bir bakıştır, sözdür, gözün değişimidir. Tutup birine anlatamadığın “dert”tir, taşıdığın heyecandır, bilinmezlikler burcunda salınıp durmaktır.
Dönüp bakmıştı ona oysa. Kadehlerinizi geceye çevirmiştiniz. Mordu ışıkları feneri andıran abajurların. “Ne işi var burda,” dercesine bakmıştın hülyalı gözlerine. “Fantezi işte, buralarda böyledir, ne yapsan bir nedeni vardır!” deyip geçmişti.
“Bir Bakışı Solduran Zaman” için yazmalıydın onu, içinden öyle geçmişti. Dokunmak…engel…yürümek… bunları çağrıştırsa da konuşamamıştınız hiçbirini. İçindeki sızının öyküsünü biliyordun ama. Şimdi bir sözle şifacı olmaya soyunmak niye, diye de geçirmiştin içinden.
Bir keder ağrısı gibiydi bakışları; ağır, hüzünlü, yalnız…
Sonra, demiştin ki kendine; insan neden birine dokunmayı özler, neden kucaklaşmayı, gözlerinin en derinine bakmayı…
İşte bunlar konuşabildiklerinizdi. Sonra ona, “birisizlik”ten söz etmiştin, bir dostunu anarak. Hatta tutup ona, cebinden çıkardığın kitabından birkaç satır okumuştun:
“Evet, hissedebiliyorum kurtuluşum yakın… İşte… Şu büyük yalnızlığın, şu korkunç boşluğun içine yumuşakça düşüş… İşte, yine bedenimin dışa çıkışı… Biraz önce beni boğan, şimdiyse ayak bileklerime düşen, yaşam denen şu çemberin dışına adımımı serbestçe atış… İşte, daha önce de yaşadığım, ‘ben’ olma durumumdan kurtuluş… Neydi bunun adı?” (“Gözlerindeki Şu Hüznü Gidermek İçin Ne Yapmalı?”/ Gülayşe Koçak)
Sonrasını okumamıştın, birlikte düşünmek, sözü başka kıyılara taşımak için.
“Zaman bizsiz de var,” deyip susmuştu. Elindeki oyalı beyaz mendiliyle nemlenen gözlerini silerek devam etmişti de: “Ama bizimle olan zaman anlamlı, değerli. Belki de bunun için yazıyor, bunun için gidiyoruz bir yerden bir yere, bir insandan diğerine…”
Susmuştu gene. İçinden bir cümle geçmişti: Yazı, söze tutulan aynadır; bakışlarınızla taşıdığınız her şey oraya yansıyor. Bunu bir peçeteye yazmıştın. Okumak istemişti. “Saklısı yok,” diyerek uzatmıştın. Almıştı. Çantasından bir kalem çıkarıp günün tarihini yazmış; “Günün anısına bende kalsın,” demişti.
O, sana, “çile” üzerine bir şey yazmayı çağrıştırmıştı nedense! Keder/ıstırap içindeki bireyin anlatımı… Onun sürüklendiği durumların gösterilmesi… Sonra insanlarla araya koyduğu mesafeler… tutkulu, ıstıraplı bir insanın trajedisi… Kendi yaşama mitosunu kurarken yıkılanlar…
Oteline döndüğünde ise elindeki kitaptan şöyle bir cümle çıkıyordu karşına:
“…edebiyatçı, çağdaşı olan insanın durumunu, bu insanının passio’sunun (çilesinin) izlerini sürerek yazma işine girişir.” (W. Benjamin)
Çıktığın yaşama yolculuklarında böyle ansızın karşılaştığın insanların öykülerini dinlerken algın bambaşka bir yere varıyor bir ânda. Hemen kâğıda kaleme sarılmak yerine, dinlerken zihnine yazıyorsun her bir şeyi. Şimdi masana dönüp açtığın kitapla baş başa kalırken çile/hınç/kaçış/öfke, ıstırap, sürükleniş üzerine aldığın notların ardı ardına sıralanması seni bir anlatıya götürecek, hissediyorsun. Ama bu o dokunma kıyısında duranın, kendi çilesinde debelenenin öyküsü olmayacak, bunu biliyorsun.
Ve şunu da biliyorsun ki: her şey yazmaya oturduğunuzda biçimleniyor. Tasarım/not sizin konunuz/anlatımınız için ısınma/düşünme hareketleridir bir bakıma. Şüphesiz; yazmak görme yöntemidir.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (10 Nisan 2018)