Kısa bir hikâye okuduğunuzda etrafınızdaki dünyaya karşı biraz daha bilinçli, ona biraz daha aşık olursunuz diyen George Saunders belki de şu gerçeği bize anımsatmak istiyor. Aşık olduğunuz şey her neyse bazen gerçeğin acıtan, kimi zaman sıkıntılı, hüzünlü ama çarpıcı taraflarına da aynı şekilde bağlanabilirsiniz. Bu bir kitap da olabilir. Demet Özdemir’in NotaBene Yayınları’ndan çıkan öykü seçkisi “İçimden İnsanlar Düşüyor” bizim için acı tatlı, hüzünlü ya da mutlu, kimi zaman da bıçak gibi keskin, kenarda kalan, yazarın heybesinden düşen hayatlardan parçaları, insan manzaralarını bir araya getiriyor.
Demet Özdemir’in ilk kitabı bu. Doğduğu büyüdüğü mahalleleri, orada karşılaştığı insanları, gözlemlerini, duyduklarını, geniş anlamda kentin ve toplumun renklerini anlama, anlamlandırma ve anlatma yolculuğuna çıkmış. Kitap on dört öyküden oluşuyor. Her öyküde başka bir ton kullanıyor Özdemir. Kenarda köşede acıya bulanmış, önümüzden belki sessizce gelip geçen ama bir türlü bize sesini duyuramayan karakterler başlarını hayata doğru uzatmaya, sanki düştükten sonra ayağa kalkmaya çalışıyorlar. Yazarın içinden düşerken, heybesinden kayarken bir yere tutunma gereksinimi duyuyorlar. Zaman zaman masalsı bir dille, bazen mizahi, yoğun iç monologlarla örülüyor öyküler. Yazar öykünün, öyküde sokakların, sokakta insanların peşine takılıyor, okur ve kahramanın ikilemlerine, çaresizliklerine, zaman zaman yoldan çıkışlarına ve kendi sorunlarında kayboluşlarına, unutmamaya direnen ama kim olduğunu unutanların hayatlarına tanıklık ediyor. Hayatın hoyratlığı düşlere, düşler gerçeklere dolanıyor. “Düş ve Gerçeklik” öyküsü Katherine Mansfield’in Bayan Brill’ini anımsatıyor bir an.
Demet Özdemir’in öykülerinde dikkat çekici olan ayrıntılardan biri de erkek karakterlerin sesleri. Pek çok öyküsünde eril ses dile geliyor. Koşulların, kendi kararlarının kurbanı olmuş, ezik, isyan eden veya kabullenen, soğukta, gece karanlığında kendi ıssızlıklarında kaybolmuş, kendisinden uzun olan gölgelerine ve birbirlerine sığınmış karakterler, masum çocuklar, bazen gençler ve yetişkinler bunlar. “Ay Dont No” isimli öyküsünde konu aniden yazma eylemine, anlatıcının önemine, yazarın kendi diliyle didişmesine yoğunlaşıyor.
Farklı insan portreleri çiziyor Özdemir. Örneğin “Sekiz Metre Dört Duvar Bir de Avlu” öyküsünde annesiyle cezaevinde kalan çocuğun anne ile diyaloğu içimize dokunuyor. İster istemez Feride Çiçekoğlu’nun eserini anımsatıyor anlatı bir an bile olsa. Bazen en yoğun hüzünleri, pişmanlıkları, iç sorgulayışları, kaygıları, korkuları, yoksullukları kitaplardan okuyarak anlamaya muktedir olabiliyoruz. Belki de okuduğumuz metinlerdeki kişilerle aramıza giren uzaklık bizi daha empatik yapıyor. Yazar karakterlerinin dilini konuşuyor, onların ayakkabılarını giyebiliyor.
“Kâğıttan Kale’de” daha çocukluktan tohumlanmaya başlayan güç savaşına, güçlünün zayıfı ezme güdüsünün ipuçlarına denk geliyoruz. Yetişkinlikte yaşadıklarımızın kökeninde çocuklukta yaşananların etkisini, öykünün o kısacık alanında bunların bizi nasıl birleştirebileceğini seziyoruz. Demet Özdemir bazen de aynı metafora dönüş yapıyor. Örneğin ağustos böceği metaforunu kitapta iki öyküde kullanıyor. Görmek ve olmak arasında salınan karakterler. Hayatını küçük tuğlalar koyarak büyütmeye çalışanlar. Hava ise metnin atmosferine eşlik eder gibi karanlık, ıslak, hüzünlü ve soğuk. Oysa yazarın kitapta dile getirdiği gibi: “Milyonlarca yıldızdan biri değil miyiz? Aynı gök kubbenin altında aynı hayat kaynağına bağımlı”. Ve okurun bir ayna tutup kendine sormasını istiyor belki de yazar. İnsan masumiyetini gerçekte acaba nerede ve ne zaman kaybeder?
Kaynak: Demet Özdemir. İçimden İnsanlar Düşüyor. NotaBene Yayınları. Kasım 2021
edebiyathaber.net (3 Aralık 2021)