Edebiyatçıların yaşamlarını, yazdıkları mekânları, son zamanlarda okuduğu kitapları bu defa yakınlarının gözünden mercek altına almaya çalıştık. Yazar Ece Gamze Atıcı’yı, editörü Aylin Aydın ile konuştuk.
1) Yazılarını nerede yazar? Yazarken denk geldiğinizde o an yaşadığınız ilginç bir anınız oldu mu?
Yazı çizi ile uğraşanlar için yazma eylemi çoğunlukla bir “içe kapanış” olarak yaşanır dolayısı ile Ece de; evde, çalışma odasında, masa başında olur genelde. Son dönemde özellikle İatanbul’un metropol karmaşasından da uzaklaşarak Antalya’daki eve kapanmayı alışkanlık haline getirdi, öyle denk geldi, öyle aktı romanlar. Metinlerin birçok aşaması olur, ön hazırlık, kafada konuların, sahnelerin ve iç sesin döndürülüp durduğu; karakterlerin henüz iskelet halinde dolaştıkları safha aşıldıktan sonra esas yazı işçiliğinin başladığı aşamada Ece aşırı yoğunlaşarak, insani ve sosyal çok az ara vererek bir çırpıda bitirmek ister romanı. Bu dönemlerde İstanbul-Antalya telefon hattı kurulur aramızda. Yazarken ona denk gelmem bu şekilde olur. Genellikle bir ara vermek için, aklına takılanlarla ilgili yüksek sesle düşünmek için, konu dışına çıkmak tekrar yoğunlaşmak için enerji toplamak için biraz ara verdiğinde beni arar. Bu anlardaki uzuuun telefon konuşmalarımız hep çok lezzetli birer edebiyat,sanat, hayat üzerine notlara dönüşür. Karşılıklı besleniriz, yalnız olmadığımızı bir kez daha hatırlarız.
2) Arkadaşınızla yazı/okuma üzerine neler paylaşırsınız?
Her şeyi ! Artık bir çeşit tefekküre dönüşen uzun konuşmalarda tabii öcellikle ve özellikle değişen “edebi paradigmalar” , dünya edebiyatı ve Türk yazınının hali pür melali ortaya dökülür. Ancak ikimiz de sosyal bilimlerin çeşitli dallarına hevesli, meraklı ve bu konularda az çok mesai harcamış olduğumuz için konu giderek; felsefe, sosyoloji ve en sevimsizi ilan etmemize rağmen kaçamadığımız politika olur. Yazmanın doğası, yönetmleri, arkasındaki psiko sosyal dip dalga ikimizi de çok ilgilendirdi yıllar boyu. Bunu anlamaya, yazı işinin zorluklarına, yalnızlığına dair çok kafa yorduk, konuştuk. Fakat diyebilirim ki son 5 senedir en çok “postmodern paradigma” üzerine düşündük ve tartıştık. Bu paradigmanın memlekette alımlanma biçimi, edebiyatta ve hayatta nasıl kavrandığı en temel meselemiz olmuştur. Hatta bu giderek aramızda bir şakaya dönüştü artık konuşmamızın kaçıncı dakikasında konu “postmodenizme” gelecek diye merakla bekleriz, hatta bu bir şifre gibidir; ne kadar yorgun, mutsuz belki tahammülsüz bir anda olıursak olalım aramızda ilk kahkahaya sebep olan konu bu olur. Ne kadar da “postmodern” bir hayatta yaşıyoruzdur ve aslında hiçbir sorun veya çıkmaz göründüğü kadar “gerçek” değildir!
3) Yazdıklarıyla ilgili sizden ne tür fikir/ öneri alır?
Bizim dostluğumuzun tabii özel bir doğası da var, zira iş ilişkisi demeyeceğim (öyle başladı evet) ama özünde “edebiyat ilişkisi” olarak niteleyebileceğim bir mesai de yürür aramızda. Bu editör/yazar ilişkisi metinler henüz ortada yokken başlar. Önce “işle” ilgili konuşmuyormuş gibi yaparak, hayatta hangi meseleleri dert ettiğimizden yola çıkarız. Ece’nin kendi kanonuna neler ekleyebileceğini aslında ne yazmak istediğini de galiba sadece hayattan, sosyolojiden, bir yerde tanık olduğumuz bir insnlık halinden, değişen paradigmalardan falan bahsederken ortaya çıkarmış oluruz. Kimi zaman benim dışarıdan bir gözle, onun asıl dertlerine işaret ederek, bunu yazman gerektiğini düşünüyorum demişliğim vardır ki, onu gerçekten yazdı ve çok da iyi yazdı! Bir keresinde de o, girişleri yazılmış 3 ayrı taslağı bana gönderdi ve açıkça hangi hikayeyi kovalaması gerektiği hakkında fikir istedi. Bir Alaçatı evinin bahçesinde tekrar tekrar o girişleri okuduğumu hatırlıyorum. Daha önce bahsettiğim gibi eve kapanıp yazmaya başladığında ise artık ansızın arayıp, heyecanla nasıl gittiğini anlatması hoşuma gider. Hem tıkanıp donduğu bir an varsa onu açmasına yardım ederek yazma anının bir parçası olmaya bayılırım hem de ondan yayılan enerji ve mutluluk beni de o yaratma anı için heveslendirir. Ve nihayet arayıp bittiğini müjdelediğinde zaten mail olarak metni posta kutumda bulurum. İlk okumayı yaparım ve sonra daha aylarca sürecek yapma-bozma, yeniden kurma, fazlalıkları atma aşamasına geçmiş oluruz. Ece bu konularda (benim aksime!) çok çalışkan ve heveslidir, titiz bir işçilik çıkarır. Belki aramızdaki uyumla da ilgilidir, ondan isteneni, eksiği ve fazlayı hemen kapar ve tam olması gerektiği gibi düzeltir. Bu konuda aramızda çok az ihtilaf çıkmıştır. Ben de onun yazar hissiyatını, kırılganlığını iyi anlar ve romanın ruhunu bozacak hiçbir müdahalenin peşinde olmam. Dediğim gibi tüm dostluklarda olduğu gibi sanırım mesele kendini aynada görmek kadar somut bir “aynılık” halinden çok kendini düşerken bile kollarına bırakabileceğin birini bulmakla ilgilidir. Her kitapla birbirimiz biraz daha iyi tanır ve kabul ederiz. Bence bu “kabul” tüm yol arkadaşlıklarının ön şartıdır.
4) Yazı yazarken vazgeçemediği ritüelleri nelerdir?
Bu konuda çok özel takıntıları olan biri değildir. Sadece 24 derece oda sıcaklığında ve Chopin eşliğinde yazar ve elinde hep aynı kırmızı kalemi vardır….!! (şaka yapıyorum) gibi saçmalıklar pek ona göre değildir. Dediğim gibi yazmaya başlamadan önce bir iki sene süren “akıldan yazma” yöntemini çok kullanır. Aylar boyunca aynı meseleler etrafında konuşuruz ve bazen okumalar da yapar. Ha bir de kimi yazarlarda rastladığımız aklına gelen bir iki konuyu yazmaya başlayıp ufak metin taslakları ortaya çıkarıp bir kenarda tutma metodunu da izler. Sonunda bu taslaklardan birinin sesi ağır basar ve “kapanma” ayları başlar. Öyle anlarda bizzat yanında olmadım, kimseye de yazmaya kapanmış bir yazara o kadar yaklaşmasını tavsiye etmem zira o anlarda ne eş kalır ne arkadaş ne hava durumu ne siyaset çünkü yeni bir hayal yaratmak için hayat askıya alınmıştır. İyi arkadaşlar bunu en iyi anlayanlardan çıkar.
5) Son olarak, elinde en son gördüğünüz kitapları öğrenebilir miyiz?
Şu an elinde Terry Eagleton – Mizah’ı okuyor.
edebiyathaber.net (16 Nisan 2020)