Edebiyatçıların yaşamlarını, yazdıkları mekânları, son zamanlarda okuduğu kitapları bu defa yakınlarının gözünden mercek altına almaya çalıştık. Yazar Nis Tuğba Çelik’i, arkadaşı Balacan Ayar ile konuştuk.
Yazılarını nerede yazar? Yazarken denk geldiğinizde o an yaşadığınız ilginç bir anınız oldu mu?
Evin salonunun ortasına yerleştirdiği masasında daha güneş doğmadığı için açtığı lambasının ışığında yazıyor, onu biliyorum. Beni yatağında uyuttuğu bir gecenin henüz aydınlanmamış sabahında masa başında yakaladım onu bir kere. O karanlıktan çıkan Boğaz’ın güneş doğduğu zamanlarda büründüğü renkleri bence gizli gizli ilham oluyor ona. İnsanların en derin uykularını geçirdiği sesin çok ama çok az olduğu saatlerde yazmayı seviyor, sanki daha kendi kendine kalabildiği anlardan ötürü daha çok. Bir de sığındığı yine yazılarını yazdığı küçük bir odası var. Kitabının basılmadan önceki ilk çıktısını o odada görmüştüm. İkimiz için de bizi farklı yerlerden acıtan zor geçen bir gündü ve hepsini bir kenara bırakıp hikâyelerinden birinin hayal alemine ve sonra da sessizliğine dalmıştık. Soruya romantik bir şekilde yaklaşmadan cevap veremiyorum, hayırlısı. Bir de “ilginç” demezdim ama çok huzurlu hissettiğimi hatırladığım bir an var. Birkaç önceki evime Nis Tuğba bana kalmaya gelmişti. O pencerenin önünde ahşap çalışma masasını, ben de yemek masasını işgal etmiştim, yayılmıştık. İçeriden salona girerken Nis’in yazarken odağını/hazzını/merakını/heyecanını daha sırtından görüp seyretmeye daldığım bir an var, o an çok canlı bir şekilde duruyor hafızamda. İnsan bazı arkadaşlarına kocaman bir aşkla -aşktır o- ve adını koyamadığı, yere göğe sığdıramadığı bir kıvançla da bakar ya, öyle bir andı. O ev, Tuğba’nın sırtı salona yüzü pencereye dönük, dirsekleri masada kafasında senaryolar ve bir sürü hikâyeler haliyle hafızamda.
Arkadaşınızla yazı/okuma üzerine neler paylaşırsınız?
Bence ne düşündüğümüz değil de; ne hissettiğimiz sanki bizim daha öncelikli konuştuğumuz/paylaştığımız. Çıkardığı duygular, yarattığı çağrışımlar, dokundukları yerler, hissettirdikleri ve onlara ne kadar alan açtığımız. Sanırım biz daha çok böyle şeyleri paylaşıyoruz. Onunla bir metni sesli okumayı, okurken abartılı ya da vurgusu yanlış kaçan cümleler kurmamızı, metni bozmamızı veya “bir dakka burası olmadı” deyip en baştan almamızı çok seviyorum. Nis’le oyun oynayabilir, bozup baştan yapabilirsiniz her şeyi. Bir ara Duygu Sözlüğü’nü okuyorduk sürekli -kitabında da var o sözlükten düşenler, yakalayan olmuşsa-, birbirimize düzenli fal bakmak gibiydi o ara o kitapla ortak kurduğumuz ilişki mesela. Günlerce, birbirimize uzaktayken ya da yakındayken rastgele bir sayfayı açıp yeni bir duyguyla tanışıp sonra onun vesilesiyle başka başka duygulara zıpladığımız bir dönem. En yakın bu geldi aklıma.
Yazdıklarıyla ilgili sizden ne tür fikir/ öneri alır?
Bu soruyu ben cevaplayamam ama belki şöyle bir şey diyebilirim: Tuğba yazım sürecinde yalnızdır genelde. Aklımıza gelmeyecek şeylerden ilham alır, gündeliğinden, hayatından beslenir.
Yazı yazarken vazgeçemediği ritüelleri nelerdir?
Biraz önce de bahsettiğim gibi genelde sabah saatlerinde yazar. Her masaya oturduğunda yazmakta olduğu hikâyeden bağımsız da olsa bir şeyler karalar. Sabahları yürüyüşe çıkar, evet yürümek ritüellerinden biri diyebilirim. Sanırım oradan besleniyor, sokakta karşılaşmaktan…
Son olarak, elinde en son gördüğünüz kitapları öğrenebilir miyiz?
En kolay bu soruya cevap vereceğim sanırım. Annie Ernaux, Olay. Bu röportaj gündemde değilken o günün sabahında “vaktin olursa mutlaka oku” diye bu kitabı gönderdi. Bu denklik en iyi bu soruda değerlendirilir, şimdi artık kitabı okumak da zorundayım.
edebiyathaber.net (8 Şubat 2024)