Edebiyatçıların yaşamlarını, yazdıkları mekânları, son zamanlarda okuduğu kitapları bu defa yakınlarının gözünden mercek altına almaya çalıştık. Yazar Özlem Dikeçligil’i, eşi Erman Dikeçligil ile konuştuk.
Yazılarını nerede yazar? Yazarken denk geldiğinizde o an yaşadığınız ilginç bir anınız oldu mu?
Yazılarını her zaman salondaki masasında yazar. Başka bir yerde yazamaz. Yıllar içinde o masa ve koltukla aralarında bir bağ geliştiğini söyler. Koltuğunu değiştirmiştim geçen gün. Benimkinin daha rahat daha ergonomik olduğunu düşündüğüm için evde yokken kendi koltuğunun yerine onu koydum ama istemedi. Alışkanlıklarından kolay vazgeçen bir yapısı yoktur. Yazarken özellikle müziğe tahammül edemez. Sevdiği bir tarz olsa bile kapattırır. İç ritmini bozduğunu söyler. Ama şehrin seslerini sever. Yan tarafımızda inşaat var mesela bundan rahatsız olmaz. Ya da araç kornalarından, sokak seslerinden. Camlar yaz kış sokağın seslerini duymak için açıktır. Genellikle gece çalışır. Gündüz saatlerinde masa başına geçtiğine hiç şahit olmadım. Geceyi sever daha çok. Günlük bütün işlerini bitirmiş olarak, bir termos kahveyle masasına oturur. Üzerinde çalıştığı metin her ne ise onunla arasına herhangi bir şeyin girmesine izin vermez. Telefonunu açmadığı çok olur. Zaten konuşmayı pek sevmez. Kafasında hep bir şeyler vardır. Bazen “şu an çalışıyorum” der ama mutfak dolaplarını düzenliyordur mesela. Orada “çalışıyorumdan” kastettiği fiziken yaptığı iş değildir, kafasında yaptığı iştir. Bir şey kurguluyordur ya da bir metni düzeltiyordur kafasında. Bu da ona herhangi bir soru sormamam, hayatın gündelik işleyişine onu bulaştırmamam demektir. Yani “şu seansa gidelim mi? ya da dışardan bir şey istiyor musun?” gibi sorulara cevap vermek istemediği anlamını taşır.
Eşinizle yazı/okuma üzerine neler paylaşırsınız?
Yazdığı şeyle ilgili ben dâhil kimseden bir fikir ya da yorum istediğine rastlamadım. Yazarken görürüm tabii ama ne yazdığını bilmem. Kimse de bilmez. Sadece geçen sene devam ettiği Notos Atölye’de Semih Gümüş’le ve atölye arkadaşlarıyla paylaşıyordu. Ben de Hayalet Bakıcısı’nı sizler gibi yayınlandıktan sonra okudum. Notos dergide yayınlanan iki öyküsünün dışında ne yazdığı ile ilgili bir fikrim yoktu.
Yazdıklarıyla ilgili sizden ne tür fikir/ öneri alır?
Okuduğundan ya da seyrettiğinden etkilenmişse hemen benimle paylaşır. O kadar detaylı ve içine girerek anlatır ki sanki okumuş ya da izlemiş kadar olurum. Bazen de okumamı istedikleri olur. Geçen gün, Rothmann’ın “Binlerce Rahip ” adlı öyküsünü okumamı istedi mesela. Bir de Nabokov’un “Konuş Hafıza”sı için ısrar etmişti en son. Öyküyü okudum ama Nabokov hala sırasını bekliyor. Ben de okuduklarımı onunla paylaşırım. Eğer seveceğini düşündüğüm bir yazı ya da haberse e-mailine atarım veya filmse izlemesini isterim. Ama kendisine doğrudan fikir verilmesinden hoşlanmaz. Kafası zaten her zaman birşeylerle meşguldür. Bunu fark edersiniz.
Yazı yazarken vazgeçemediği ritüelleri nelerdir?
Bir termos kahve, masasının karşısındaki pencereyi ardına kadar açmak, eğer müzik varsa kapatmak ve yazı masası ışığı hariç salonun bütün ışıklarını söndürmek dışında şahit olduğum bir ritüeli yoktur. Ortamı yazabileceği şekle getirir o kadar.
Son olarak, elinde en son gördüğünüz kitapları öğrenebilir miyiz?
Benim anlayışıma göre dağınık bir okurdur. Başucunda, masasında, sehpaların üzerinde açık yüzüstü bırakılmış kitaplar durur. “Hangisini okuyorsun? diye sorduğunda “hepsini” der. En son başucunda Helen Garner’in “Benim Katı Yüreğim” adlı öykülerini, sehpanın üzerinde kitap fuarından beraber aldığımız Hölderlin”nin “Şiir ve Tragedya” adlı kitabını gördüm. Şu anda büyük bir merakla salonda Saffet Emre Tonguç’un İstanbul kitabını karıştırarak oturuyor. Bu durumda hangisini okudu hangisini okuyor emin değilim.
edebiyathaber.net (23 Kasım 2023)