Edebiyatçıların yaşamlarını, yazdıkları mekânları, son zamanlarda okuduğu kitapları bu defa yakınlarının gözünden mercek altına almaya çalıştık. Yazar Pelin Kıvrak’ı, kız kardeşi Yasemin Özbilgin ile konuştuk.
1) Yazılarını nerede yazar? Yazarken denk geldiğinizde o an yaşadığınız ilginç bir anınız oldu mu?
Pelin günün değişik saatlerinde yazdığı için hem İstanbul’daki hem de Cambridge’deki dairesinde birer yazı odası kurdu kendine. Şimdiye kadar ona en çok ilham veren romanların ya da makalelerin – örneğin Nabokov’un Edebiyat Üzerine Dersler’i, ya da Anna Karenina–birer kopyası her iki çalışma odasında da vardır. Evde olmadığı zamanlarda ise çeşitli kütüphanelerde yazar. Tabii bunu söylerken Pelin’in son on iki senedir sadece üniversite kampüslerinde yaşadığını ve çalıştığını hatırlatmakta fayda var. Evde yazdığında odasında yalnız, hatta evde kimse yokken yazar. Ama yakaladığınızda yapacağı iki şey vardır: Önce “Kahve yapalım mı?” diye sorar, sonra da “Şu son yazdığım bölümü dinler misin sesli okusam?”
2) Kardeşinizle yazı/okuma üzerine neler paylaşırsınız?
İkimizin de edebiyata ve özellikle yazmaya olan merakı ortaokul yıllarına dayanır aslında. Hatta lisede aynı okulda okuduk ve okulun edebiyat dergisinde birlikte çalıştık. Ben avukat olmayı seçsem de bu bağlamda paylaşımlarımızın yoğunluğu ve niteliği değişmedi. Edebiyata olan ilgimizde hikâyeleri olan ve bu hikâyeleri içinde tutmayan bir ailede büyümüş olmamızın yeri de var tabii. “Yazılmayan her şey unutulur” diyen babam küçük yaştan itibaren günlük tutmamızı öğütlerdi hep. Ben bir noktada vazgeçtim ama Pelin’in hala aynı titizlikle günlük tuttuğuna şahidim. Hikâyelerinin büyük bir kısmı o günlüklerden çıkıyor zaten.
3) Yazdıklarıyla ilgili sizden ne tür fikir/ öneri alır?
Açıkçası ilk kitabındaki öyküleri kitap basılana kadar bana göstermemişti. O zamana kadar çoğunlukla akademik yazılar ve makaleler yazdığı için kendini kurmaca yazarı olarak görmüyordu ve yazılarının kendi dünyasının dışına çıkacağını düşünmüyordu sanırım. Ama kimsenin haberi olmadan Varlık Yayınları’na gönderdiği dosyası Yaşar Nabi Nayır ödülüne layık görülüp kitaplaştırılınca, akademik çalışmaları vasıtasıyla öğrencilerine ve meslektaşlarına ulaştığı gibi hikâyeleri ile de pek çok insana dokunabileceğini gördü. Böylece yıllardır biriktirdiği hikâyelerini anlatmaya, yazmaya başladı. Pelin genelde – ister akademik ister kurmaca olsun – yazısını son haline getirmeye yaklaşınca etrafındaki herkese okumak ister. Eleştiriye son derece açık bir yazardır. Sanırım bunda akademik dünya gibi eleştiri (ve peer-review) üzerine kurulu bir sistemde çalışmasının da payı var. Daha doğrusu derdi beğenilmek değil de okunmak ve derdini daha iyi anlatmak olan bir yazardır diyebilirim.
4) Yazı yazarken vazgeçemediği ritüelleri nelerdir?
Kurmaca yazılarını siyah pilot kalemle, aynısından belki de elli tane aldığı ve yine iki ülkedeki yazı odalarında sakladığı orta boy çizgili defterlere yazar. Makalelerini ve akademik yazılarını ise genelde bilgisayarında yazar. Ders anlattığı zamanlar dışında gününün büyük bölümünü okuyarak ve yazarak geçirdiği için bu zamanların diğer aktivitelerle karışmamasına dikkat eder. Örneğin yazı yazarken yemek yemez, sadece çok kahve içer. Ya da kafelerde kitap okuyup öğrenci kâğıtlarına not verir, ama kendi yazılarını yazmaz. Bir de yürür. Bazen evin içinde volta atar, bazen de dışarı çıkıp gelir. Sorduğumda bunu tıkandığında değil tam tersi bir bölüm ya da cümleyle çok uğraşıp istediği şekle getirdiğinde yaptığını söyledi. Yeni bir fikir ya da cümleye geçmeden kafasını temizlemek gibi bir şey sanırım.
5) Son olarak, elinde en son gördüğünüz kitapları öğrenebilir miyiz?
Bir ay önce çalıştığı üniversite yarıyıl tatiline girince İstanbul’a geldi ve bavulunda üç kitap vardı: Hisham Matar’dan Bir Kayboluşun Anatomisi, Joan Didion’dan Mavi Geceler ve Maggie Nelson’ın şiir kitabı Jane: A Murder (henüz Türkçe’ye çevrilmedi sanıyorum). Buradan giderken yanında meslektaşı ve arkadaşı Erkan Irmak’ın hazırladığı Benim Adım Kırmızı Üzerine Yazılar’ı götürdü.
edebiyathaber.net (12 Mart 2020)