Edebiyatla haşır neşir olup The Paris Review’ın namını bilmeyen yoktur; 1953 yılında yayın hayatına başlayan dergi, “iyi yazarların yuvası olmak” şiarını benimseyerek duruşunu daha ilk günden belli etmiş ve zamanla edebiyat dünyasının “biriciği” haline gelmiştir. Alanında tektir de denebilir. Zira gazete ve dergilerde yer alan ve hep yüzeysel kaldığını hissettiğimiz o kısa ve klişe söyleşilerden farklı olarak -iyi edebiyata hakkını verircesine- hep daha derin ve daha uzundur bu söyleşiler.
Orhan Pamuk, ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları’nı yazarken “yazar tıkanması” yaşadığı anlarda kendisini umutsuzlukla divana attığını ve Penguin Publishers etiketiyle çıkan The Paris Review söyleşilerine sarıldığını ifade eder[1]; Faulkner, Hemingway, Updike veya Dos Passos’un söyleşilerini okuyarak “yazarlığa inanmaya” çalışırmış.
Benim The Paris Review ile ilk karşılaşmam, Ankara Üniversitesi Latin Amerika Çalışmaları Bölümü’nde yüksek lisans yaparken, hayatından “bir bilgi kırıntısı daha” öğrenebilmek için her türlü bilgi kaynağını eşelediğim Gabriel García Márquez’in bu mecrada çıkan söyleşisiyle olmuştu. Anadilimde bir metin olmasa da Gabo’nun The Paris Review’a verdiği söyleşiyi heyecanla okumuş, ardından The Paris Review söyleşilerinin takipçisi olmuştum. Bu söyleşileri okurken hep soruyordum; neden çevirisi yapılmıyordu?
Ardından zaman geçti. Bir gün kitabevine girdim ve rafların arasında başka dünyaların kapılarını aralarken “Edebiyat-İnceleme” bölümünün önünde durdum. Her zaman yaptığım gibi sanki daha önce hiçbirine bakmamışım gibi A’dan Z’ye bütün kitapları taradım. Neredeyse her 100 kitaptan 99’u daha önce gördüklerimdi. Ancak orada kırmızı kapaklı “bir” kitap gördüm. Kapağında “Yazarın Odası” yazıyordu. Tam olarak ne olduğunu anlamaya çalışırken The Paris Review logosunu gördüm ve heyecandan öyle değişik bir tepki vermiş olmalıyım ki yanımdaki adam ters ters bana baktı. The Paris Review söyleşilerinin Türkçe çevirisiyle karşılaşmam işte böyle oldu.
Timaş etiketiyle ilk olarak 2009 yılında raflardaki yerini alan Yazarın Odası 1; Ernest Hemingway’den William Faulkner’a, Stephen King’den Gabriel García Márquez’e kadar tam sekiz usta yazarın uzun söyleşilerini içerir. İlk baskının kısa süre içinde tükenmesiyle birlikte okurlar, kitabevlerine gittiklerinde “stokta kalmadı” yanıtıyla karşılaşmaya ve sahafları yoklamaya başlamıştı. Uzun bekleyişin elbet ki bir sonu olacaktı; Yayınevi, 2017 yılının Kasım ayında Yazarın Odası 1’i yenilenmiş kapağıyla yeniden basma kararı aldı. Ancak asıl haber, Yazarın Odası 2’nin de çıkmış olmasıydı. Yazarın Odası 2; Philip Roth, Toni Morrison, Saul Bellow ve Haruki Murakami gibi isimlerin çalışma odasına girmemizi sağladı. İlk kitabın, yani Yazarın Odası 1’in önsözünü yazan Orhan Pamuk da bu sefer “odasına girilen yazarlar” arasındaki yerini aldı. İkinci kitabın önsözü ise Margaret Atwood’a ait.
Yazıyla geçinme uğraşı
Yazarın Odası serisinde yer alan söyleşiler, aslında yazarların bilinmeyen yönlerinden ziyade tam olarak da bilinen yönlerine, yani yazarlıklarına odaklanıyor. Genellikle okurlar, okudukları yazar hakkında zaten bir önbilgiye sahip olur. Yani yazar olduktan sonra yaşadıkları, edebi duruşları, etkilendikleri/etkiledikleri vs… Bana göre bu serideki söyleşilerin içeriğini özel kılan, yani okurun pek de bilgi sahibi olmadığı kısım, yazarın “yazar” olarak anılmadan önceki yaşadıklarıdır diyebiliriz. Yani yazar olma yolundaki geçinme uğraşı…
Bilirsiniz, “Aşan Bilir Karlı Dağın Ardını” diye bir türkümüz vardır. Orada “çeken bilir” der âşık. İşte benim de ağır aksak ilerlediğim o zorlu yazarlık yoluma ışık tutan, söyleşilerinden en çok etkilendiğim, yazısıyla geçinme uğraşı veren yazarlar oldu. Yani, yazı yazmak ve “yazar” olarak tanınma yolunda hiç gücenmeden her türlü işi yapan yazarlar; Raymond Carver ve Toni Morrison’dan bahsediyorum.
Bir yazar olarak tanınmadan önce geçim derdinden bir hayli debelenen, önce Pulitzer (1988) ardından Nobel ödüllerini (1993) kazanınca kendisini tamamen yazıya adayabilen Morrison: “Ben düzenli olarak yazamıyorum. Bunu hiçbir zaman başaramadım, çünkü her zaman dokuz-beş mesaili bir işim oldu. Ya o saatler arasında aceleyle yazmam gerekiyordu ya da hafta sonları ve şafaktan öncesini bolca kullanmam.” diyor. (Yazarın Odası 2, s. 53) Ardından hazin yaşam öyküsüyle Raymond Carver geliyor. Sadelikte derinliği yakalamış sayılı yazarlar arasında anılan ve “Kirli Gerçekçilik” akımının en önemli temsilcilerinden olan Raymond Carver da yazar olarak tanınmadan önce hastanede hizmetçilik yapmış bir isim olarak saygı duyulması gereken yazarlar arasında başı çekiyor. O günleri şöyle anlatıyor Carver: “Mercy Hastanesi’nde gece odacısı olarak çalışmaya başladım. Üç yıl boyunca çalıştım. Gayet güzel bir işti. Her gece sadece iki-üç saat çalışmam gerekiyordu, ondan sonra eve gidebiliyor ya da canım ne isterse yapabiliyordum. İlk bir-iki yıl her gece eve dönüp makûl bir saatte yatakta oluyor ve sabah erkenden kalkıp yazabiliyordum.” (Yazarın Odası 2, s.171) Buna benzer geçmişi olan birçok yazar var.
Yazarların odasına sızıyoruz
Yanlış anlaşılmasın, her iki kitapta yer alan söyleşiler, sadece geçinme uğraşıyla ilgili değil. Sözgelimi, edebiyat yolundaki duruşlarından yazma alışkanlıklarına, yazmaya yeni başlayanlara verdikleri tavsiyelerden politik duruşlarına kadar birçok önemli görüşü ihtiva ediyor.
Verdiğimiz örneklerin ikinci kitaptan olmasına karşın ilk kitaptaki söyleşilerin hiç de yabana atılmaması gerektiğini söyleyebiliriz. İlk kitapta yer alan söyleşide Hemingway’in azarlayıcı üslubunun yanı sıra William Faulkner ile Gabriel Garcia Marquez’in adeta birer edebiyat dersi (atölyesi) niteliği taşıyan söyleşileri kaçırılmamalı. Ayrıca Stephen King’in yazar adaylarını motive edici söyleşisi için de aynısını söyleyebiliriz.
The Paris Review söyleşilerinin yer aldığı Yazarın Odası serisinde ilk kitabın çevirisi Öznur Ayman, ikinci kitabın çevirisiyse Mehmet Emin Baş tarafından yapıldı. İki çevirinin de başarılı olduğunu ve akıcı bir okuma sağladığını söyleyebiliriz. Sanki söyleşinin yapıldığı odadaymış gibi bir hisse kapılıyor insan. Serinin yenilenen kapağında Barış Şehri’nin minimalist yaklaşımı da bir hayli dikkat çekici.
Özellikle yazı yazma uğraşındaki okura ilham vereceğini düşündüğüm Yazarın Odası serisini henüz okumadıysanız hiç vakit kaybetmeden ilk kitaptan başlayın derim. İkinci kitaba geçmeniz uzun sürmeyecektir. Belki de bir gün, odasına girilen yazar siz olursunuz. Belli mi olur?
Batuhan Sarıcan – edebiyathaber.net (5 Eylül 2018)
[1] Orhan Pamuk, Yazarın Odası 1 (The Paris Review Röportajları), Timaş Yayınları, 2017, s: 12