Galiba ülkemizde iktisatçılarımız edebiyatçılarımızdan daha muhalif, daha da yürekli. Olup biteni değil, olabilecekleri gördüklerinden her dem uyarıcı olmuşlardır onlar. Çok öteye, öyle Marx’a, Adam Smith’e filan gitmeye gerek yok. Bir Korkut Boratav’ı tek başına okumanız bile yeterlidir çoğu şeyi görebilmeniz için.
Kuşkusuz, farklı okumalarla da buna erişmeniz, hatta görmeniz mümkün. Örneğin, iyi bir toplumbilimcinin analizleri, iktisat tarihçisinin veya toplumsal tarihçinin yazdıkları ve tabii ki Balzac ya da Tolstoy’vari bir romancının yazıp anlattıkları da sizi insan/toplum gerçekliğini kavramanız da yardımcı olur. Ötesi bilincinizi aydınlatır.
Şunu sıklıkla yinelerim: Bizde henüz “büyük anlatı”lar yazıl(a)mamıştır. Bu anlamda da geçiş dönemi diye adlandırabileceğimiz süreçleri toplum yaratamadığı için kendi yazarını çıkaramamıştır.
Evet, nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, Cumhuriyet bir geçiş dönemiydi, ama tarımsal sanayiden endüstriyel yapılanmaya geçiş değildi elbette. Hatta sanayileşememeden çağdaşlaşmaya hazırlıktı bu geçiş. Bu nedenle de çelişki çatışmalar sınıf savaşımı düzeyinde olamadı hiçbir zaman. Osmanlı eliti yerini bir şeye bırakmadı; içindeki ilerici/ulusalcı/yurtsever unsurların yeni bir devlet kurma düşüne kendini teslim etti. Tanzimat’ın başlattığını nihai çizgiye erdirdi diyebiliriz. Bugünkü bocalamamızın, ilericilik/gericilik kavgasının özü Osmanlı’nın miraslarından biridir.
Bugün, kendisine “sosyalist yazarım” deyip, çıkıp televizyon programında arzı endam eden bir zat, “büyük şair ve düşünür” dediği Necip Fazıl ile ilgili karşısındaki bilge tarihçiden aldığı, “şairden düşünür olmaz, nesi düşünürdür Necip Fazıl’ın” yanıtı üzerine kıvrılmaya başlaması bile iğretiliğimizin/vasatlığın bir göstergesi değil midir?
Bu yarım yamalaklığımızla yol almamız pek mümkün olamadığı için, elimizin değdiği her şey iğretileşiyor, aslının kötü kopyasına dönüşüyor. Bu anlamda edebiyatta kötü kopyalar üretebilirsiniz, ama iktisatta bunu yapmanız pek mümkün değildir. İktisat edebiyattan daha gerçektir çünkü. Her zaman da edebiyatın yolunu yordamını belirlemiştir, yazarların çoğunun bunu bilmemesi de önlerindeki tuzağa düşmelerine neden olmuştur.
İşte günümüzün önemli tuzaklarından biri kitap fuarları diğeri de vasat ve birileri tarafından sübvanse edilen yayınevleridir.
Galiba, bunları da konuşmanın zamanı gelmiştir.
Nereden başlamalı?
Geçenlerde bir öğrencimden şöyle bir ileti aldım:
“hocam günaydın, nasılsınız?
ben çok şaşkınım. size aramızda kalmak kaydıyla bir şey söylemek istiyorum 🙂
son dönemin tutulan yazarlarını okuyorum. çoğu bizim kuşaktan olan yazarları. gerçekten çok şaşkınım, bu okuduklarımın sanki çok edebi şeyler gibi yansıtılması, çok matah işler gibi ödüller alması, kitap eklerinde, orda burda övgüye boğulması inanılır gibi değil. bu kadar sıradanlık, bu kadar klişe, bu kadar yüzeysellik, kimisinde bu kadar uydurukluk, pes vallahi… ya bir nostalji teranesidir gidiyor, ya da hikayeler, “biz hikayeyiz” diye bas bas bağırıyor. çirkeflik mi yapıyorum J evet çirkeflik yapıyorum. ama inanamıyorum. kitabın arka kapağına bir bakıyorum “yeni öykücülüğümüze katkısı vs vs…” .şaka mı bunlar? Zaten yüzyıllardır yazılan belli başlıkları, hiç de bir yenilik olmadan yazmış adam, yayınevi de kalkmış “yeni öykücülüğümüz” diyor. Bir başkası neredeyse Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı bize uyarlayarak yeniden yazmış… Bir başkası, onun az buçuk benzeri, biraz daha yerel-ini yazmış…
üst üste dört arkadaşın kitabını okudum. tamam, iyi niyetli arkadaşlar olabilirler. hikayelerindeki naiflikten belli zaten. bu naif sözcüğüne de sinir olmaya başladım. ama bu kadar göklere çıkarılmaları… yakında okunacak doğru düzgün bir şey kalmayacak…”
Sanırım, durum, yorum yapmayacak kadar açık. “İyi okur”un keşfi sürüyor.
Peki ya kitap fuarları ve yayınevlerinin durumu için ne demeli?
Bunları sorgulamadan yol almak mümkün değil. Üstelik iyi yayınevlerinin yaptıklarını gölgeleyen bir yayıncılık kirlenmesi söz konusu. Sapla samanın ayrılması gerektiği kanısındayım. Bu kirlenme, yozlaşma, vasatlık ikliminin neden/niçinlerinin anlatılması kaçınılmaz.
Konuyu bu yanlarıyla da gündeme taşımak istiyorum.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (19 Kasım 2013)