Şu son iki ay sosyal medya ile ilişkimi tamamen koparmış bulunmaktayım. Ve geri dönebileceğimden de emin değilim.
Geçenlerde kocamla birlikte iki yıldır ilk defa tatile çıktık. İkimiz de uzun zamandır o kadar ağır çalışıyorduk ki, dinlenip gevşemeye çok ihtiyacımız vardı. Ben kitabımın son kontrollerini tamamlayıp teslim etmiştim. Tam bir ay boyunca bir sürü aile ziyareti yapmıştık. Bitip tükendik.
Ülkeyi terk etmekle kalmayıp, bütün elektronik cihazlarımızı da arkamızda bıraktık. Bağlantısız üç hafta!
Bu durumu arkadaşlarıma açtığımda bazısı açıkça gıpta etti, bazısı da kendilerini böyle bir uzaklaşmanın içinde hayal edip soğuk terler döktü.
Doğrusu ilk birkaç gün duyduğumuz her telefon sesi seğirmemize neden oldu. Bazen de yanımızda olmayan telefonlarımızı aradı ellerimiz.
İlk düşünceler: Bu komik değil mi? İkinci düşünceler: Biz hepimiz Pavlov’un köpekleri miyiz? Kavrayış: Öyle eğitilmişim ki efendim her biplediğinde yerimden sıçrıyorum. Sanki her mesaj çok önemli. Ki size de oluyordur, gelen büyük ihtimalle telefon firmasının beni bir üst modele geçmeye ikna için gönderdiği bir tanıtım mesajıdır.
Takip eden günler ve haftalarda hiç telefon sesi işitmedim. Finistère, Brittany’de adeta dünyanın sonundaydım. Akşam yemeği için mekan bulmak adına Yelp’e başvurmadım, onun yerine resepsiyoniste sordum, pazar yerindeki elma satıcısından fikir aldım. Yine kasabadaki en iyi pastanenin hangisi olduğuna dair bilgi almak için herhangi bir aplikasyon kullanmadım; hepsini bizzat denedim.
Kağıt haritalar kullandık. Onları hatırlar mısınız? Bir Tabac’tan (Fransız tütün dükkanları) alabileceğiniz türden haritalar. Fransa’nın büyük icadı şu dükkanlarda neler bulunmaz ki, detaylı yürüyüş haritalarından tutun, harika bir kaleme, çok satan bir romana kadar pek çok şey. Peki yolumuzu bulduk mu? Çoğu zaman evet. Ama düşünün bazen kaybolmanın da ne kadar eğlenceli olabileceğini, kaybolmanın ve yeni yerler keşfetmenin.
Bisiklet sürdük, sahillerde dolaştık, çevre kentleri ve ufak kafeleri ziyaret ettik; çarşıları, sur içlerini, yıkık manastırları gezdik. Üstelik bu dönemde altı kitap okudum, bol bol Scrabble oynadım. Günlük tuttum. Bu sayede şanslı ama çoğu zaman aşırı uyaranlı hayatımdan kurtarılmış hissettim. Zihnim ve bedenimle tekrar bağ kurdum.
Daha çok eğlenir oldum. Kendi fikirlerimin farkına vardım. Artık hakikaten derin düşüncelere dalabiliyor ve hayal kurabiliyordum. Bilgisayar başında fazla süre kalıp düğümlenmiş bedenim çözülmeye başladı. İç ve dış dünyam genişledi.
Yeni kitabımı tasarlamaya bile başladım.
Düşünme şeklimin değiştiğini hissediyordum. Facebook ya da Twitter’da ne paylaşmam gerektiğini ya da blogda ne yazsam iyi olacağını düşünmeyi bıraktım. Verandada oturup güneşin batışını izledim. Bir yerde paylaşırım diye fotoğraf çekmedim. İyi yemek ve güzel sohbetin tadını çıkardım. Yaşadığım bu deneyim hiçbir fotoğraf karesiyle yakalanamazdı, tersine fotoğraf çekmek muhakkak o ana sekte vurur ve partnerime deneyimimizi sanal olarak paylaşmanın o anı onunla gerçekten yaşamaktan daha önemli olduğunu hissettirebilirdi.
Hakiki, saf, aracısız tecrübelere ne kadar aç olduğumu anladım; etkinlik ve hiper bağlantı tanrılarının asla müsamaha göstermeyeceği bu sessizliğe, durağanlığa, mahremiyete o kadar ihtiyacım varmış ki.
Bir yazarın hakiki gayesinin -benim hakiki gayemin ne olduğunu düşünmeye başladım. Yazar ‘ben’e özen göstermenin nasıl hissettireceğini düşündüm. Bir yazar olarak nedir benim işim? Ve umduğum gibi yazabilmek ve bunu sürdürmek için nelere ihtiyaç duyarım? Zamana, mekâna, kitaba ve daha çok kitaba, okumak ve öğrenmek için mükemmel yazarlara, iyi yemeğe ve hoş sohbete, canlı bir fiziksel yaşama (eğer mümkünse açıkhavada), ve maneviyatıma yönelteceğim ilgi ve özene. Kafaca ve duygusal olarak anın içinde olarak: görerek, hissederek, düş kurarak, tüm bunlar benim yazımı besliyor.
Son zamanlarda kitap yazmanın yanı sıra sosyal medya ve pazarlamaya da el atan çoğu yazar – Facebook, Twitter ve Bloglar üzerinden okurlarla irtibat halinde olmanın elzem olduğunu düşünüyorlar. Yazar arkadaşlarımı, aileleri ve küçük çocukları ile birlikte bu yükün altından kalkmak için gösterdikleri muazzam, enerji dolu çabayı izliyorum. Onları takdir ediyorum. Onlar gibi yapmaya çalıştım. Ama bir düzen oturtmakta zorlandım, ve dürüstçe söylemem gerekirse aradığım dengenin kıyısına bile yaklaştığımı düşünmüyorum.
Yazarlığın ve sosyal medyanın ikiz meşguliyeti, çoğumuzun yüklendiği bu çifte görev benim için başa çıkılmaz. Bu noktada durumu sadece aşılması gereken bir zahmet ya da öğrenilecek bir beceri olarak görmekten ziyade daha temel bir sonuca varıyorum. Dikkatin sürekli dağıtılması kim bilir beyni nasıl etkiliyor? Beyinlerimiz bu hızlı, başla ve bitir kalıplarına alışıyor mu? Ve bu çabukluk, bazen memnuniyet verici olsa bile, bir yazarın çalışması için gereken şeyin tam tersi değil mi?
Katiyetle söyleyebilirim ki, tüm bu diğer işler, halihazırda ne kadar önemli görünürse görünsün, benim yazarlığımı beslemiyor. Bu konuda Virginia Woolf’a katılıyorum, o Jacob’ın Odası’nın basımını takip eden ve birkaç haftaya yayılan sansasyonun yazı işini bitirdikten sonra patlak vermesinden memnun olduğunu söylemiş. O dönemde Mrs. Dalloway üzerine çalışan Woolf, veriminden şüphe edince büyük bir hevesle kendini Yunan eserleri okumaya vermiş.
Hiç şüphe yok ki fazlasıyla romantik bakıyorum, ama Woolf’un azimli uğraşı – kendini tam anlamıyla okumaya ve yazmaya verişi – bana sesleniyor. Bu tarz bir kendini verişi sade ve sadece mutlak surette bir odaklanmayla başarabiliriz, ancak kurmaca dünyalara dalıp kendi meşgul dünyalarımızı arkamızda bırakabildiğimizde. Okumayı işte bunun için seviyorum; bunun için seviyorum yazmayı.
İşime yoğunlaşamadığım gibi dağılan dikkatimin sınırsız yüzeyinde patinaj yapmak bir güç mü, yoksa zayıflık mı? Eminim ki bu soruya verilecek yanıt en az aramızdaki yazarlar kadar çeşitli. Ve yine eminim ki kendimize bunun gibi sorular sormak için izin vermemiz, bizim için, yaptığımız iş için en iyisi neyse onu yapmamız gerekiyor.
Laura Harrington, çok sayıda oyun, müzikal ve opera yazmış ödüllü bir yazar. Eserleri Off-Broadway’den Houston Grand Opera’ya kadar pek çok mekânda sahnelendi. Harrington, oyun yazarlığı dalında Massachusetts Kültür Şurası Ödülü’nü ve en iyi yeni oyun dalında Clauder Competition ödülünü iki kez kazanma başarısı gösterdi. Laura MIT’te (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) oyun yazarlığı dersleri veriyor. Bu kurumdan 2009 yılında Levitan Eğitimde Üstün Başarı Ödülü’ne layık görüldü. Penguin Yayınları’ndan çıkan ilk romanı Alice Bliss büyük ses getirdi ve yazarına kurmaca dalında 2012 Massachusetts Kitap Ödülü’nü kazandırdı. Bu ilk roman Birleşik Krallık’ta, İtalya’da ve Danimarka’da da basıldı. Şu linkten web sitesine erişebilirsiniz>>>
Laura Harrington – thereviewreview.net
Çeviren: Ali Fuat Kısakürek – edebiyathaber.net (16 Nisan 2014)