Bir insanın hayatında derinlemesine sohbet edebileceği, anlattıklarını anlayabileceği, anlattığını anlayan, konuşurken karşılıklı zenginleşebileceği en az bir veya bir-iki dostu muhakkak olmalıdır diye düşünmem benim kırklardan sonraki hayat felsefem arasında yer etmiştir. Eğer bu anlamda bir ruhdaşından yoksun olduğunu düşünenler varsa anlattığım manada biraz eksik taraf bulunsa da kitaplara yönelebilirler. Aradıklarımın hepsini olmasa da bir kısmını kitaplarda buldum yani yazarlarda. Çükü kitaplar demek yazarlar demektir. Beni anladığını, zenginleştirdiğini, bazen de öfkelendirdiğini düşündüğüm yazarları okudukça kendimi bir sorgulamanın bir muhabbetin içinde buldum. Öyle ya dost, arkadaş veya ruhdaşımız da bazen bizi şaşırtmaz, bizleri kızdırmaz mı? Yazarlar da kitaplar da öyle işte. Yazdıklarının bilincinde olan ve insani tarafımıza dokunan yazarların kitapları zihin dünyasının mevsimleri gibidir. Bu yazarlar yazarken hangi mevsimi yaşıyorlarsa, nasıl yazıyorlarsa okuyucuya da o mevsimlerden yaşatıyorlar, kokusunu, rayihasını, acısını, tatlısını hissettiriyorlar. Elbette bu cümleden doğrudan her yazar yaşadıklarını yazar ya da yaşadıklarını yaşatır gibi genel bir hüküm çıkarılamaz. Ancak her yazarın bir yaşama biçimi olduğu ve bu biçimin diğer insanlardan yazarlığa özgü taraflarıyla ayrıldığı veya ayrılacağı da bir gerçektir. Yani yazarlıktan, yazmaktan kaynaklanan kendine özgü bir yaşam tarzı söz konusudur.
Yaşam tarzı kavramı; kişinin inandıkları, önem verdikleri, alıştıkları, vazgeçemedikleri, kaçındıkları, savundukları, uyguladıklarından oluşan davranışlardır. Aynı zamanda yazarın hayata karşı bir duruş, bir pozisyon ve bir biçim alma meselesidir yaşama tarzı.
Aşağı yukarı aynı anlama gelen “yaşam tarzı”, “yaşam biçimi”, “hayat tarzı” ya da “yaşam stili” gibi kavramlardan hangisini seçerseniz seçin bunların tamamı da düşünce ve davranışların genel adıdır. Daha sık kullanılan “yaşama tarzı” kavramını ilk defa kullanan da psikolog A. Adler’dir. Bu yazıda sadece yazarlığın gerektirdiği davranış, ilişki ve etkileşimler yoluyla yazarlara özgü bir yaşam tarzı olan yazarların nasıl yazdığı üzerinde durulacaktır. Bunlar daha çok yazarların yazma alışkanlıkları, mekân, araç-gereç, çevre, tutku, kitaplar, nitelikli okumak (etkin okuma/ eleştirel okuma vb), duyarlılıkları yazarın yaşama biçimi ya da yaşama tarzı içinde değerlendirilebilir.
Nasıl ki her insana bir yaşama biçimi zorlayamazsanız her yazar da kendi kişiliğine göre yaşar. Yani her yazarın yazarlığın gereğinin getirdiği zorunluluktan kaynaklanan tarz ile kişiliğinden gelen tarz yeni bir hayat biçimini oluşturur. Ancak yazarın “her kişi” gibi olmadığı gerçeği de hatırlanmalıdır. Ne yani diyeceksiniz yazar da bir insan olduğuna göre diğer insanlar gibi çalışır, yer, içer, hayatını sürdürür. Evet yazarın da bir insan olarak bütün insanlar gibi yaşadığı ortak tarafları, ihtiyaçları vardır. Ancak bu insan yazar olarak yazmayı hayatının bir gerçeği olarak kabullenmiş, yazmayı yaşama biçiminin dışında düşünmemiş biriyse elbette yazarın bir yaşama biçimi olacaktır. Bu yaşama biçimi her yazarda bazı farklılıklar gösterse de bu durum sadece paylar için geçerlidir. Çünkü yazarların yaşama biçimleri olarak paydalarda daha çok ortak taraflar olma zorunluluğu vardır. Fakat bu ortak taraflarda da her yazarın kişiliğinden, aldığı eğitimden, ilgilerinden, kültürel birikiminden, yaşadığı ortamdan, nasıl ve hangi şartlarda yazmayı daha çok seçtiğinden kaynaklanan farklılıklar da söz konusudur.
Bir yazar hayatından bahsedilirse elbette yazarın yaşama biçiminden de bahsedilecektir. Her mesleğin, her çabanın kendi özelliklerine, amaçlarına uygun ilkeleri ve olmazsa olmazları bulunur. Zanaatkarın ve sanatkarın yaşama biçimleri ilgili alanlara göre şekillenir biçim alırsa “yazar” adı verilen yazın insanın da uğraş verdiği alandan kaynaklanan bir yaşama biçiminden bahsetmek mümkündür. Bir marangozun bir duvar ustasının yaşama biçiminin gerektirdiği ihtiyaçlarla, kullandığı araçlarla bir yazarın yaşama biçiminin gerektirdiği ihtiyaç ve şartların benzer olması beklenemez. Masasını tamir eden yazara marangoz denemeyeceği gibi belirli zamanlarda kitap okuyan, canı estiğinde ayda yılda kendince bir şeyler yazana da yazar denilemeyecektir. İster amatör isterse profesyonel olsun futbol oynayan her futbolcunun belirli zamanlarda antrenman yapması, maç yapması gibi bir yaşama biçimine ayak uydurması gerekir. Yazarın yaşama biçimi de kendi seçtiği yazın alanına, türe göre değişiklikler gösterecektir.
Yazarlığın gerektirdiği yaşam biçimleri arasında birçok unsurlar sayılabilir ama okumak, yazma alışkanlıkları, kültürel ortamlar, bireyde yoksa ona yazıcı, yazma heveskarı, “yazman” veya başka isimler verilebilir. Sonra kitap yayınlamış, yerel veya ulusal düzeyde yazılar yazmış her insan “yazar” olarak isimlendirilse de yaşama biçimi ve ürettiği eserlerin nitelikleri değerlendirilerek belki başka şeyler de söylenebilir. Yazmaktan çok yazarlık da iyi bir yazar olmak da “yazar yaşama biçimi”, yani yazıyla doğrudan ilişkili, hatta hayatının bütün alanlarında yazıyı ve yazmayı düşünmeyi ihmal etmeyen bir hayat tarzına sahip olmakla, bunu sürdürmekle olur. Yazarlarda bir yöntem olarak, araçları kullanma ve işleme bakımından farklılık gösterse de her yazar yaşama biçimini buna göre şekillendirme çabası içerisinde olur: Mesela düzenli okumak, devamlı yazmak, hayatın diğer alanlarına bakışında yazarlığı bir kenara koymamak vb. gibi. Yazar öz yaşam öyküleri bu konuda daha başka birçok ipuçları da vermektedir. Dünyaca ünlü veya yerli yazarlardan bazılarının hayatları incelendiğinde bunların okumadığı, yazmadığı günlerin pek az olduğu anlaşılıyor. Mesela Sait Faik’e “yazmasam çıldıracaktım” dedirten düşünce bir derinliğin, bir yazma tutkusunun ve gücünün ifadesidir.
Yazarlar okur. Okusam da olur okumasam da diyenler arasında görünmezler. Ama yazarların okumalarında ilgileri ve seçiciliğinde nitelikli oldukları da anlaşılıyor. Çünkü o “bitli baklanın kör alıcısı” olamaz. Yazar biyografi ve otobiyografilerinden anlaşılıyor ki onlar sadece seçici değil okurken de kendine göre bir tarzı olan insanlardır. Nasıl ki yazarken kendine mahsus bir üslubu olması gerekliyse her yazarın kendisinin belirlediği okuma yöntemi vardır. Bu yöntem yazarlara göre farklılık gösterse de öncelikle etkin, nitelikli okumalardan geçiyor. Mesela “nitelikli okumak” ortak, farklı türlerden hoşlanmak yazara göre değişkenlik gösterir. Fakat yine de yazar olgunluğu diyeceğimiz bir olgunluktan söz edildiğinde bu olgunluğa ulaşanlarda fazla ayrım görülmez. Entelektüel duyarlılık farklı kültürel ilgilere göre şekillenir ama her yazarın bu farklılıklara göre kendilerine bir yaşama biçimi geliştireceği de muhakkaktır. Mesela resim, müzik, sinema, tiyatro, gezi her bir yazarda aynı ağırlıkta yer almaz.
Edebiyat Ne İşe Yarar adındaki eserinde “Hayatımızı ancak elimizin altındaki kültürel kaynaklar vasıtasıyla yaşayabiliriz” diyen Rita Felski, gayet iyi anlaşıldığı gibi yazarın “kültürel kaynaklara” her zaman ihtiyacı olduğu, dolayısıyla bunlara ulaşıp okuması gerektiğini de işaret etmektedir. Yani her yazarın yaşama biçimi içerisine kesinlikle “okumak” girmelidir. Ancak yazarın yazmak ve yapmak istedikleri dikkate alındığında onun okumaları da belirli yönde ağırlıkta olacak veya yaşama biçimi o yöne evirilecektir. Belki çoğunuzun da denemelerini zevkle okuduğu Feridun Andaç’ın Genç Meslektaşıma Mektuplar kitabında yazdığı gibi yazarın “yapmak istediklerinden çok uzak bir yaşama biçimi” seçmesi onun ya yazmadan soğumasına ya da yazı yolculuğuna son vermesine götürebilir.
Yazarın görevi yazmaktır ama her yazar yaşama biçimi içerisinde yazma üslubu da çalışma biçimi de kendine özgüdür. Bazıları yazarken düzenliliği, sistemliliği seçerken bazıları da Mary Karr gibi dağınık denilebilecek çalışmayı seçer. Karr, yazısını yazdığı odayı tasvir ederken “yaz başında oturma odam seri katilleri araştıran polis merkezlerine benzemişti. Yerlerde kartoteksler, duvarlarda ok işaretleri çizili şemalar, camlarda değişik hatırlatma notları bulunuyordu” der. Oktay Akbal ise yazmak için yazarın kendisini hazırlaması gibi bir şey olamayacağını ancak uygun bir ortam ve kafa dinçliğinin gerekli olduğu görüşündedir. Hasan İzzettin Dinamo mekândan çok zamanı, özellikle sabahları yazmayı daha çok tercih etmiştir.
Yazarların yaşamında yer alan yazma alışkanlıkları; bazısının zaman ve mekân seçmeksizin yazması, bazılarının sadece odasında yazması, bazısının sadece gece ve bazılarının sadece gündüz yazması, yazarken doğrudan bir defteri veya bilgisayarı tercih edenler de bize yazarların yaşama biçimleri ile ilgili bilgiler verir. Mesela William Faulkner’in Döşeğimde Ölürken romanını geceleri bir madende çalışırken ters dönmüş bir kömür vagonunun üzerinde madenci kaskındaki fenerin ışığında altı haftada yazdığı anlatılır. Attila İlhan yazma zamanı, yeri konusunda belki birçok yazara aykırı gelecek olan düşüncelere sahiptir. O “öyle masa başına kurulup kasılarak “yazarlık” ya da “ozanlık” oynayanların, artık kendilerini fazla önemsediklerinden mi, yoksa role kapılıp işi unuttuklarından mı nedense, dişe dokunur şeyler çıkaramadıklarına inanmışımdır hep” der. Çoğu yazar, yazma ediminin sadece serbest zamanda değil asıl zamanı yazmaya ayırmakla mümkün olacağı görüşündedir. Kimi yazarlar da Nabokov’da ifadesini bulduğu gibi zevke, mutluluğa ulaşmak ya da kendinden geçmek, üzerinde çalıştığı kitaptan bir an önce kurtulmak, kendini kitaptan kurtarmanın tek yolunun da onu yazıp bitirmekten geçtiğini dile getirirler.
Yazmanın olmazsa olmazı gibi bazı şartlarının yazarlarda bulunması gerektiği gibi görüşler taşıyanlar da vardır. Mesela “tutku” bunlar arasındadır. Yazmak şudur budur demeyeceğim ama yazmanın yazan için “tutku” olması gerektiği de dışlanamıyor. Dolayısıyla yazarlığı “tutku” olarak kabul etmiş birinin yaşama biçimi/tarzı da özellikle hayata, yazmaya tutkusuz olarak yaklaşanlardan veya değişik tutkuları olanlardan tamamen farklı oluyor. Bu noktada belki tutku ve hırsı birbirinden ayırmak gerekir. Thomas Mann’ın dediği gibi “hırs ne eserin öncesinde ne de sonrasında yer almalıdır, yazarın egosuna değil, esere bağlı olmalıdır.”
Yazmak için tutkuya ihtiyaç olduğu kadar duyarlılığa da ihtiyaç olduğu gerçeği yine yazarlar tarafından yazılmaktadır. Çünkü yazarlığın yaşama biçimini hayatının içine sokmuş bir yazar insanlara, topluma, toplumun sorunlarına, doğaya karşı duvar olamaz. Yazarın bir insan olarak bireysel sorunları bir tarafa o aynı zamanda içinde yaşadığı toplumda gözlemledikleri, yaşadıkları, yaşatılanlar karşısında derdi olan insandır. Umumi sıkıntılar, üzüntüler onun için bazen bireysel sorunlarının da önüne geçer. Şahsi dertleri olmasa da etrafında gözlemlediklerinden, duyduklarından, toplum sorunlarından kendisine sorun çıkarır. Yani biraz da en küçük sorunları da gören, hisseden ve hatta bazılarına göre sorun çıkarandır yazar. Bazen de sorunlara çareler öneren… Yazar duyarlıdır, hissettiğini hissettirir, doğaldır/ mış gibi olduğunda bu bittiğinin resmidir.
Yazarların yaşam biçimlerinde biraz da zaman, gezdiği, gördüğü, elbette okuduğu, hayatının sayfalarında bütün olmasa da muhakkak bir iz taşır. Yazarların eserlerinde kalan bu izlerdir onların yaşama biçimleri, düşüncesinde bir gerçeklik payı olduğu da inkâr edilemez.
edebiyathaber.net (8 Haziran 2022)