Cumartesi günü Kadıköy Belediyesi’nin Şehremaneti Kütüphanesi’nde düzenlediği özel ve tarihi sayılacak nitelikteki etkinliklere bir yenisi daha eklendi. Behçet Necatigil’in doğumunun 100.yılı dolayısıyla ünlü şairin kızı yazar Ayşe Sarısayın, Doğan Hızlan ve Hilmi Yavuz’un konuşmacı olarak katıldıkları etkinlik, tarihi kütüphanenin büyülü havası ve Necatigil şiirlerinin kokusuyla birlikte izlenmeye değer samimiyet ve güzellikteydi.
Şairi tanıdığı günden ölümüne kadar edebiyat serüvenini izlediğini belirterek söze başlayan Doğan Hızlan; “Kendi dinamiğini kendi yaratan bir şair” olarak nitelendirdiği Necatigil için; “Sadece şiir yazmakla kalmayıp aynı zamanda şiir üzerine konuşan şairler vardır; Behçet Necatigil bunlardan biri… Onun şiiri bir şeye iyi bakan şiir… Toplumu anlatmak önce kendini anlatmakla başlar.” saptamasında bulunuyor.
Necatigil’in şiirlerini incelerken ona düşünce açısından da değinmek gerektiğini belirten Doğan Hızlan; “O, yaşadığı ülkenin şiir değişimlerini de en iyi izleyen ve şiirine yansıtan bir şair.” diyor ve radyo oyunlarında iyi bir tiyatro yazarı olduğunu belirtirken çevirmenliğine de değinerek en iyi kitapları tercüme ettiğini vurguluyor.
Gerçekten de bugün elimize aldığımız en kaliteli kitapların üzerinde çevirmen olarak ünlü şairin adını görmek hepimizde mutluluk uyandırıyor.
Hızlan, “Poetikasıyla şiirinin, yaşamıyla yazdıklarının örtüştüğü bir şair o… Necatigil anılarda ve her anmada bir çığ gibi büyüyor, bir şiir üzerine konuşacaksanız Necatigilsiz olmuyor.” cümleleriyle sözlerine son veriyor.
Ayşe Sarısayın, hazırladığı konuşmasını babasına ait anlattığı duygu yüklü değerli anılarla renklendiriyor. Dinleyiciler, bu konuşma ve aktarılan değerli anektodlarla şairin çok fazla bilinmeyen yönlerini öğrenme imkânı buluyorlar. Sarısayın, ünlü şairin arşivini “dipsiz kuyu” olarak nitelendiriyor ve onun kişisel özelliklerini de samimiyetle ortaya koyuyor. Yüklüklerden, kuytu dolaplardan çıkan ve 1920’lerden başlayarak ölümüne kadar sakladığı belgelerin ayrıntılarını duymak dinleyicilerde küçük bir şaşkınlığa neden oluyor. Kömür faturaları, askerliği sırasında tuttuğu kayıtlar, öğrencileri için aldığı notlar gibi binlerce kâğıt ve mektuplar… Derin bir arşiv…
Ayşe Sarısayın, bu belgeleri tasnif ederken ülkenin gayriresmî tarihine de tanıklık ettiğini belirtiyor. Bu arada Sarısayın’ın şairin eskilerden vazgeçememe, alışkanlıklara bağlılık, kişisel eşyalara olan tuhaf düşkünlük gibi huylarını yansıtan özel şiirsel söylemlerinden verdiği örnekleri merak ve mutlulukla dinliyoruz.
Müsvedde olarak öğrencilerinin ödev kâğıtlarının arkalarını kullanan şairin, bir tarafı boş kâğıtlara asla razı olmadığını da öğreniyoruz. “İki tarafı da temiz kâğıtları müsvedde olarak kullanmamıştır.” diye söze giriyor Hilmi Yavuz ve ünlü şairin, tuttuğu listelerle ömrü boyunca aslında bilgisayar mantığıyla çalıştığını belirtiyor. “Örneğin Cemal Süreya’nın “Üvercinka” sındaki şiirlerin ilk olarak hangi derginin hangi sayısında yayınlandığının listesini tutmuş. Listelemeye, kaynak göstermeye ve saklamaya duyarlılık göstermesi dikkate değer.” diyor.
“Aynı şekilde, büyük emek gerektiren “Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü” nün ilk baskısı 1960 yılında olmasına rağmen biz tuttuğu dokümanlardan, daha da eskiye dayandığını bulduk.” diyen Yavuz, edebiyat tarihi açısından önemli bir noktaya değiniyor.
“İki yaşında annesini kaybeden, babasıyla mesafeli bir ilişkisi olan ve psikolojik sorunları bulunan üvey annesiyle karşılaşması, yetersiz beslenme ve bakımsızlık yüzünden hastalanması, iki yıl öğrenimine ara vermesi gibi olumsuzluklar, biriktirme ve listeleme huylarını tetiklemiş olabilir.” görüşünü ortaya koyan Hilmi Yavuz’a hak vermemek mümkün değil. İnsanların takıntı derecesinde eşya biriktirme ve saklama huylarının psikolojik kökenli olduğu pek çoğumuzca bilinen bir gerçek…
Bu arada Ayşe Sarısayın, babalarının kendi çocukluğundaki sağlık sorunlarından sonra ablasıyla kendisinin çocukluklarında sağlık ve beslenmelerine aşırı hassasiyet gösterdiğini ekliyor ve duygusal bir dizeyi onun biyografisine şahit gösteriyor: “Sen bir çiçeksin, annen saksı / Azıcık hastalansan odalar yaslı.” “Çocuklar” şiiri de bu yüzden çok içli yazılmış olmalı.” diye de ekliyor Sarısayın.
“Yaşamı bir tür savunma biçimi olarak algılayıp düşünüyor.” yorumu ise ünlü şairin yaşadığı sıkıntılar düşünüldüğünde nasıl da yerine oturuyor…
Aynı zamanda Behçet Necatigil’in öğrencisi de olan Hilmi Yavuz, onu anlatırken öğretmen, şair ve aile, dost, çevirmen olarak üç ayrı bağlamda ele alıyor: “Edebiyat öğretmeni kimliğiyle “Carpe Diem” (Ölü Ozanlar Derneği) filmindeki gibi uçuk kaçık bir hoca değildi, muhafazakârdı. Müfredat programına harfiyen uyardı. Önce müfredatı anlatır, sonra müfredat dışı metinler okurdu. Bu arada öğretmenliğinin etkisiyle özel hayatında da keskin buyruklar hâlinde konuşurdu.” sözleriyle şairin öğretmenlik yıllarından küçük anektodlar da aktarıyor.
Necatigil’in şair yönünü anlatmaya başlayan Yavuz’u dinlerken ister istemez kendinizi Edebiyat Fakültesi sıralarında oturarak zevkle dinlediğiniz hocalardan birinin dersinde gibi hissediyorsunuz. Edebî yönü az bulunur derecedeki konuşma, tüm salona unutulmaz dakikalar yaşatıyor. Ve sanki Tanrı, meleklerini göndererek salonun açık camlarından içeri süzülen canlı caz müziğinin de bu konuşmaya eşlik etmesini sağlıyor. Böylelikle hayatımızın unutulmaz dakikalarından birkaçını daha anılarımıza ekliyoruz.
“Hocanın şiiri hayatıyla birebir örtüşür, konuşma diliyle değil, mecazlarla, edebi sanatlarla yazar.” diyen Yavuz, şairin “Önce mecaz öğrenin!” özdeyişini hatırlatarak mecaza verdiği önemi vurguluyor. İlk şiirlerini “Yedi Meşaleciler”in etkisiyle yazdığını ve Cevdet Kudret’e karşı özel bir sevgi beslediğini belirtiyor.
“Behçet Necatigil’in şiirlerinde beyhudelik kadar yaşama azabı da önemli yer tutar.” diyen Hilmi Yavuz, “Yaşarken yapılanlar beyhudedir.” cümlesiyle de şairin yaşamının şiire yansıyan yönlerinden birini daha ortaya koyuyor ve “Yaşamak azaptır çoğu zaman.” dizesini örnek veriyor.
Necatigil’in 1964’e kadar olan şiirleri ve sonrasındaki şiirleri arasında radikal kopmalar olduğu gerçeğini dile getiren Hilmi Yavuz, şairin şiirde hikâye anlatmayı yani narasyonu minimuma indirmesini anlatıyor ve önemli bilgiler veriyor: “Artık şiirlerini kısaltmalar ve saklamalar, eğretilemeler ve metaforlarla ifade ediyor. ‘Nilüfer’Türk Edebiyatı’nın en müstesna şiirlerindendir… Hoca asıl burada Divan Şiiri’nden büyük ölçüde yararlanmıştır. Narasyonu nasıl asgariye indireceğini böyle keşfetmiştir ve bu, birçok şair açısından ufuk açıcıdır. Divan Edebiyatı’ndan yola çıkarak şiirin nasıl modernleştirilebileceğinin örneklerini verir.”
Necatigil’in saklama ve kaydetme alışkanlığından gelen, objelere duyduğu tutku konusundaki zaafının esintilerini şiirlerinde arayan Yavuz, “Aslında bu eşyalar birer mecazdı. Bunlarla insanın varoluşuna ilişkin bazı şeylerin anlatılacağını göstermiştir şiirleriyle.” diyerek bir kez daha yaşamının şiire yansımasını örnekliyor.
Eşine; “Senin yerin şiirden sonradır.” diyecek kadar şiire değer veren ünlü şairin, odasına girerken de kendi kendine; “Önce şiir!” diyerek adım attığını dile getiriyor, söze giren Ayşe Sarısayın.
Burada onulmaz yaralarını bir ömür boyu şiirle iyileştirmeye çalışan, şiiri ruhuna ilaç niyetine kullanan bir şairle karşı karşıya kaldığımızı anlıyoruz. Türk Edebiyatı’na eşsiz şiirler kazandırmasının karşılığında çok önceden bir bedel ödemiştir ünlü şair… Çoğu insanın öncesinde veya sonrasında bir bedel ödemeden kimi güzellikleri yaşayamadığının somut örneklerinden birine daha şahit oluyoruz bugün…
Akciğer kanseri rahatsızlığı dolayısıyla tedavi gördüğü son günlerinde devlet tarafından yurt dışına tedaviye gönderilebileceğini duyduğunda “Ben zaten öleceğim, devletin parası ziyan olmasın.” diyen Necatigil’i “Hoca, ölürken de büyüktü.” sözleriyle niteleyerek dinleyicilere duygulu anlar yaşatan HilmiYavuz, Orhan Pamuk’un “Bir kitap okudum, hayatım değişti.” cümlesine atfen bu kez; “Bir hoca tanıdım, hayatım değişti.” cümlesiyle sona erdiriyor değerli konuşmasını…
Selva Trak Ulupınar – edebiyathaber.net (16 Mayıs 2016)