Kestim kara saçlarımı n’olacak şimdi
Bir şeycik olmadı deneyin lütfen
Aydınlığım deliyim rüzgârlıyım
Günaydın kaysıyı sallayan yele
Kurtulan dirilen kişiye günaydın
Şimdi yaşıyorum bir toplu iğneyi
Bir yaşantı ile karşılayanlara
Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum.
Gülten Akın
“Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar” kitabıyla 2022 yılında 7. Antalya Edebiyat Günleri Yılın En İyi Öykü Kitabı Ödülü’ne, 2023 yılında Fakir Baykurt Öykü Kitabı Ödülü ve Haldun Taner Öykü Ödülü’ne layık görülen Polat Özlüoğlu’nun beşinci öykü kitabı, “Sahi Adım Neydi” İthaki Yayınları tarafından Ekim 2023’te basılarak okurla buluştu.
1974 İzmir doğumlu Polat Özlüoğlu, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü’nde okudu. 2015 yılında ilk öykü kitabı Günlerden Kırmızı ve 2017 yılında ikinci kitabı Hevesi Kirpiğinde Notabene Yayınları’ndan çıktı. 2019 yılında Peri Kızı Af Buyrun kitabı Can Yayınları’ndan yayımlandı. 2021 yılında Metis Yayınları’ndan çıkan Erkekler Yalnızlıklar – Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle seçkisinde “Evde Bekleyen Biri” öyküsüyle yer aldı.
“ Onca kötülüğe, korkuya, babama rağmen masallara inanırdık ana oğul. Payımıza düşen elmalar hep kurtluydu oysa.”
“Sahi Adım Neydi” öykü kitabı on bir öyküden oluşuyor. İlk öyküden önce Gülten Akın’ın “Kestim Kara Saçlarımı” şiirinden bir bölüm, “Saçlarımı Kestim öyküsü” hakkında okura ipucu veriyor. Gidenin ardında bıraktığının enkaza dönüşünü anlatıyor. Ben anlatıcıyla başlayan öykü, şiirsel dili akıcı üslubu, kişinin iç dünyasını betimlerken okura, sıradan insanın çıkmazını hissettiriyor. Kapalı mekanda geçen öykü, terkedilenin adeta bir tenis topu gibi duvarlara çarpıp çarpıp, kendisine geri dönen bunalımını okura yansıtıyor. Yağmurdan sonra çıkan gökkuşağı ile finali yapan yazar, kesilen saçların yenisinin daha gür çıkacağına, umuda işaret ediyor.
“O sabah ağzından dökülen kırık “Hoşça kal”ı duyduğumda bir tuhaf hissetmiştim. Neden böyle hissettiğimi şimdi bile bilmiyorum. Sanki bembeyaz bulutlar birden fokurdayan bir tencere süt gibi kesilip dağılmıştı gökyüzüne.”(sf.11)
Sana buraya bazı şeyler koyuyorum. Yol boyunca aklında olsun.
Lazım olursa açar okursun. Olmazsa da olsun, bir zararı yok burada dursun.
Şuraya bir cümle koydum. Bırak, acımızı birileri duysun.
Hem zaten şiir niye var? Dünyanın acısını başkaları da duysun!
Acı mıhlanıp bir kalpte durmasın. Ortada dursun.
Olur ya biri eline alır okşar, biri alnından öper. Az unutursun.
Birhan Keskin
“Evde Bekleyen Biri” öyküsü, şehrin ağrısını karanlığını, tekinsizliğini, sahipsizliğini sırtlanan “öteki”lerden birinin öyküsü. Görülmeyen, görülmek istenmeyen bir cücenin geriye dönüşlerle ailesi tarafından istenmeyişini, terkedilişini, yalnız çocukluğunu tanrı anlatıcı gözüyle anlatıyor. Kedere batırılan “an” çocukluğundaki sarsıntıların tortusunu da taşıyor. Öteki olmayı bir kambur gibi sırtında taşıyan anti karakter Zekeriya’nın ruh hallerinin tasvirini, yazar ustalıklı üslubu ile okura sadece göstermiyor, zihinlerimize nakış nakış işliyor. Ölüm teması ve ölümün ardından yaşananlara adeta çoklu projeksiyon tutarak öyküyü sonlandırıyor.
“Garip bir his sarmaladı Zekeriya’yı bu esnada. Çok ferahlamış hissetti kendini, kütük gibi ağır gelen bedeni sanki kuş kadar hafifti niyeyse. Bugüne kadar etine kazınan, üstüne abanan, sırtına binen bütün acılar, kederler, utançlar bu yaşına kadar çektiği şu kocamış, köhne dünyanın bütün ağrısı, yarası bir anda kaybolup gitmişti.” (sf.42)
“Yılkı Atları gibi Bozkır’da Başıboş” uzun öyküsü bir travestinin yaşamını gözler önüne seriyor. Çocukluğundan itibaren itilmişliğini, hor görülmüşlüğünü “an” dan başlayarak geri dönüşlerle anlatıyor. Hayatın kıyısında dolanan içine bir türlü giremeyen ancak tüm yükü sırtlamış bir anne tasviri ortaya koyuyor yazar. Yarattığı anti kahramanla okur arasında empati kurmayı başaran yazarın ustalıklı dili ve anlatımı, eşsiz benzetmeler ile taçlanıyor.
“Annemin güneş görmemiş koca memeleri gibi süt renginde pürüzsüz bir dolunay vardı gökyüzünde bembeyaz, az biraz pörsümüş, hoyrat mıncıklanmaktan. Yıldızlarsa hangi kara deliye girdiyse kayıp.”(sf.43)
“Eve Hoş Geldin” öyküsü Umay Umay’a ithaf edilmiş. Ben anlatıcı ile başlayan öykünün rengi siyah. Geçkin bir kadının aşkı arayışı, bulduğu adama tutunuşunun öyküsü değil sadece. Kadın karakterin aşkının saplantıya dönüşü, kaybedişin ağır sancıları ve ölümün uğursuz çığlıkları, sevdiği adamın ten rengine dönüşüyor. Gecenin, aşkın ve kaybın rengini öykü boyunca hissetiren yazarın, kadın gözünden aşkı ve kederi ustalıkla aktarmasına şahit oluyoruz. Aşkı yaşatan adam ise toplumun öteki damgası doğuştan alnına kazınan bir insan. Ötekiyle birlikte ötekileştirilenin, hislerine, zihnine, yüreğine, dolaştığı karanlık sokaklara şahit oluyoruz. Tekinsizlik duygusunu öykü boyunca hissediyoruz.
“İlk defa gece gördüm onu. Geceyi giyinmişti sanki üstüne. Gece gibi bir adamdı. Yüzü gecedendi, elleri gece gibi kara, dişleri geceyi yırtan göktaşlarına benziyordu. Soluğu gece kokuyordu, sesi gece esen rüzgârların ışığını taşıyordu kulaklarıma.” (sf.64)
Kitaba ismini veren öykü “Sahi Adım Neydi” üçüncü kişinin öyküsü. Başlarken son ile ilgili ipuçları veren öykü “an”da yaşanan tükenmişliği anlatırken, geriye dönüşlerle geçmişe ayna tutuyor. Ben anlatıcıyla başlayan öykü, zaman zaman sen anlatıcıya geçiyor. İtilmişlik hissiyle boğuşan, geride kalmanın, değer görmemenin kederini her gece yastığının altına koyup uyuyan karakterin gözünden, ilişkinin başlangıcını ve bitişini giderek yalnızlaşmanın derin acısını film sahneleri gibi izliyoruz. Karakterin adını unutturacak kadar kendi benliğinden uzaklaşıp, kendinde kayboluşunu ruhsal tasvirlere geniş yer vererek anlatıyor.
“ Meğer ben ikinize paslı bir çengelli iğneyle tutturulmuşum. Hani çıkarırsın da kumaşta izi kalır, yıkarsın çıkmaz, çok geçtir, hani turuncu bir leke, geride silik bir gölge. hani adını hiç unutmayacağını sandığın ama unuttuğun biri gibi. artık geride kalmış, isimsiz, eski bir ev arkadaşı. Sahi adım neydi?” (sf.97)
Murathan Mungan’a ithaf edilen “Kayıp Atlet,” bir dönem öyküsü. Aşkın geri plana itildiği, yaşanması gerekenlerin ötelendiği bir zamanı, tanrı anlatıcının gözünden okura aktarıyor. Siyasetin ve yakın dönemin kabuk bağlayan yarasını kalemiyle yeniden kanatıyor yazarımız. Eros’un okunu kimlere attığı bilinmez. Şiirsel dil, ıskalanmış aşka hüzünlü notalar yazıyor.
“Şefik zamansız uykulardan uyanıp yüzüne bakıyor, yürüdükçe uyku Şefik’in gözlerinden akıp Yusuf’un gözlerine bulaşıyor. (sf.104)
“Yuvan Olmasın Adem” pavyonda çalışan bir travestinin aşkını, tutkusunu, terkedilişini, tanrı anlatıcının gözünden anlatıyor. Olaylar zaman zaman anlatıcıdan anlatıcıya geçerken ivme kazanıyor. Geriye dönüşler karakterin yaşadığı travmatik gençliğin fotoğrafını çekiyor. Bir travestinin aşkı duyumsayışına ortak oluyoruz. Hüzünlü ve içten duyguların trajikomik bir hale dönüşmesini anlatıyor. Mutlu sonu olmayan, ne erkek ne kadın arafta yaşayan ve hayata tutunmaya çalışan ötekilerin dramatik öyküsünü akıcı ve şiirsel bir dille okura aktarıyor.
“İçlerinden birisi mutlu olmayagörsün, hemen acılarını bulaştırmaya çalışırlar, kederlerini korkularını aç köpekler gibi birbirlerinin üzerine salarlardı. Haklıydılar belki de. Birbirlerine, hayata böyle tutunuyorlardı. Acıdan gözyaşından kandan kederden öfkeden besleniyorlardı. Kaybetme korkusuydu belki de her şeyin sebebi, olmayan ailelerinin yerine kurdukları bu çarpık, kaçak göçek ailenin yıkılma tehlikesi; düzenlerin bozulmasından korkuyorlardı.”(sf. 110)
“Terk Edilmiş Bavullar” öyküsü hayata tutunmak isteyip tutunamayan insanlar için bir istasyon görevi gören oteli mekan olarak kurgulamış yazar. Tanrı anlatıcı gözüyle bireysel yalnızlıklarımıza ayna tutuyor.
“Ne zaman sigara içse dumanı uçurumdan yükselen koyu sise karışıp kara bulutlara uzanıyordu.” (sf.124)
“Ablam Aşktan Ölmüş” öyküsünün başında Küçük İskender’den bir şiir yer alıyor. Öykünün başlığı Yıldırım Türker’in “Cihangir Kedileri” kitabında yer alan “ Benim Ablam” şiiri ve bu şiirden derlenen müziğini Sezen Aksu’nun yaptığı “Ablam Aşktan Öldü” şarkısından esinlenilmiştir. Öykü üçüncü tekil anlatıcının gözünden aktarılıyor. Gizemli, sıra dışı olaylar, akıcı üslupla okuru sarmalıyor.
“Her şey aşktanmış yani. Ablamın halıya takılır gibi yapıp kaza süsü verdiği balkondan düşüşü bir intiharmış. Ablam aşktan ölmüş. Her şey filmlerdeki gibi olmuş. (sf.138)
“İçinden Tren Geçen Öykü” ben anlatıcıyla başlayan, terkedilmiş aşık bir bir genç kızın öyküsü. Herkesin gençliğinde yaşadığı sıradan olayları, şiirsel bir dille, terkedilmişliğin verdiği ıstıraba bulayıp okuru kendi geçmişiyle yüzleştiriyor. “Terkettim mi?,Terkedildim mi?” soruları zihnin sayfalarını geriye doğru karıştırıp, geride kalanla hesaplaşmaya götürüyor.
“Arkanda kara bir gölge kalacaktı senden geriye; gittikçe uzayan, dağılıp gözden yiten, söylenmemiş siyah mürekkepten harfler, kelimeler, virgüller, noktalar bir süre alıcı kuşlar gibi uçuşacak ve sonra kurum olup yağacaktı üstüme. Sen bir görünüp bir kaybolacaktın. Adın bile geçmeyecekti içinde. Adını sayfalara yazmadım. İsimsiz bir karakter ol istedim. Belki böylece cismin silinir sandım içimden. (sf.141)
“Tavuk Hanım” üçüncü tekil anlatıcı gözünden, bir kadın betimlemesi ile başlıyor. Öykünün ana motifi olan Tavuk Hanım’ı ince ayrıntılatıyla bir figürü resmeden ressam gibi okura aktarıyor yazar. Hayatın neresinde kaldığını bilmeyen kadını, deniz kokulu kentin havasıyla buluşturuyor. 6-7 Eylül olaylarının bitmeyen şer saatini, gökyüzünü kaplayan simsiyah dumanını öykünün göğsüne bir çengelli iğne ile tutturuyor.
“İnsan denen mahlukat tuhafmış. Unutmuş, unutur gibi yapmış. Unutmak kolayına gelmiş. Utanç yosun bağlamış gözlerinde.” (sf.167)
Kitabın son öyküsünün ardından Didem Madak şiiri ile öyküler, okura veda ediyor.
Allah’la samimi oldum geçen üç yıl boyunca
Havı dökülmüş yerlerine yüzümün
Büyük bir aşk yamadım
Hayır
Yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi bayım
Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı
Tesbih tanelerim bitse gözyaşlarım…
Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı.
Aşk diyorsunuz ya
Ben istemenin allahını bilirim bayım!
Didem Madak
Her öykü bireyin iç dünyasına, ruhunun derinliklerine yapılan arkeolojik kazı çalışması gibi. Eteklerinde keder motifleriyle yürüyen kadınlar, yazgının zincirinden kurtulamayan insanlar, kendisi olamamış, olmasına çevresi tarafından izin verilmemiş, kendini, ismini dahi bulamamış, hor görülmüş, itilmiş, ailesiyle bağ kuramamış bireylerin karakter olarak seçildiği öykülerde empati ön plana çıkıyor. Polat Özlüoğlu, evlerin içlerinde, odalarında, saklı kutularda olanları ortaya çıkarıyor. Toplumun ötekileştirdiği bireylerin travmalarının fotoğrafını çekiyor. Aydın duyarlılığı ile kendimizi evrensel bir dille öyküleştiriyor.
edebiyathaber.net (18 Mart 2024)