“Edebiyat, edebiyatın bir soruya, demek ki bir soruna dönüştüğü an başlar“[i] diye bahseder, karşılaştırmalı edebiyat okumaları ile tanıdığımız sevgili Gürbilek, Sessizin Payı‘nda. Aynı kitabın son bölümünü (Yazı Neyi Kurtarır?) de Coetzee‘nin bir sorusuyla, soruna dönüşmüş, dolayısıyla artık edebiyata kapı açmış olan şu cümleleriyle aralar;
“Bana düşen görev: ortalığı toparlamak, dağılan parçaları bir araya getirmek. Şair, lir çalgıcısı, diriliş tanrısı, bana böyle diyorlar. Ya gerçek?“[ii]
Uzun zamandır aynı adla bir blog sayfasında[iii] yazılarını yayınlayan Birgül Özcan, Sel Yayıncılık’tan çıkan ilk romanı Ev Anası‘nda, Âkiller Apartmanı’nın yöneticisi Nur’u, çoğu kez, muzdarip kaldığı “heves kaçması” mevsimlerinde, dolaplara tıkıştırıp üstüne kapağı kapattığı çokca soru, nihayet bir “sorun”la teşkil yazma sürecini anlatır. Belki de tüm bu yüzden, başlık kendiliğinden gelip oturdu, bu yazının başına. Ev anası ortalığı topladı, dağılan parçaları bir araya getirdi. Ve söze şöyle başladı;
“Hem yazmayıp da ne edicen? Yazmaz mı insan? (…) Okuyacaklarınız da içimde dağınık dağınık duruyordu ki hiç sevmem, ne öyle dağınıklık! Hâsılı derledim, topladım, cifledim, kırkladım. Silktim, astım, kuruttum, ütüledim ve nihayet serdim. ”
Ya gerçek? O’na Nur’dan çok, ev anası diye sesleniyoruz, aslında ev içinden çıkmış bu sese bu ismi bizzat kendisi buluyor. ” … ev sektöründe hizmet veren sigortasız bir işçi olarak bir gün hanımlık yapmadım.” deyip, ev hanımlığını reddediyor en baştan.
Kendi ağaç gölgesini, yüklerini indirip altında dinleneceği yeri “yazı” olarak seçen, onun gölgesine doğru gitgide çekilen Nur’un hikâyesi; sonunda bir yasın ardından doğacak olan, başlangıcın, “dilsizleşmenin” şokuyla kendisine sokulacağı, romanın anahatlarında olduğu gibi Özcan’ın kendi özyaşam hikâyesi ile kesiştiği yerlerden en mühimi olan, annenin (dilin) kaybıyla deşiliyor, bir zaman sonra açılıyor çekmeceler, dolaplar.
“Ben şimdi bilmiyorum ki hangi kuyuya gidip sesleneyim, artık bana ait olmayan bir dili kaybetmişim, bundan sonra bulsam bile, hangi yankıya “bu benim” diyeyim.”
“(…) Anne bana “yaz” diyorlar, nasıl yazayım? Kime, ne anlatayım? İçime içime bağırayım ama onlara susayım.”
“(…) Ben bunları onlara susayım.”
Bu kitabın sessizi, o payın gerçek sahibi Süveyda olsa gerek. Nur’u dört duvar arasında, bir oğlu, kocası, bağışıklık sisteminin kazığı Haşimato’suyla yaşayıp gittiği, bir zaman takılı kaldığı çıkmazdan çıkaran Süveyda’nın, annesinin sesi oluyor; “Hıt fı carra u dengiri le barra. Yani, içine atacağına dışarıya salla gitsin! Uponoponoymuş… Milletin yazdıklarını okuma artık, kalk kendi hikâyeni yaz, kendi uyuzunu kaşı”
Ev Anası, içindeki sessizi ve sezdirdikleriyle, başkaca bir yas ardı kitabı belki de. Bir başka genç yeni yazar Birgül Oğuz’un yası parçalarına ayırdığı, ortaya çıkardığı Hah‘ın bir yerinde idrakle giriştiği, “AH EDİP DE KENDİNE GELDİKTEN kısa bir süre sonra” diye başladığı o yer, bu kitabın ortaya çıkış krizi gibi geliyor bana, sonu okuduktan sonra bilhassa.
“Rahat bırak beni Virginia, rahat bırak gözüm!”
Altını çizmeye çalıştığım gibi, elbette bir yastan bahsedilmiyor baştan sona, zirâ kitabın içinde sürüpgiden iyi bir mizah algısı, çoğu yerde provokatif, nüktedan, ironik bir karşılık, çatma hâli var. Ev anası çatışıyor, popüler kültür dediğimiz, pek çoğu benzer bunaltıcılıkta gulyabani artığına, dalga dalga çatıyor. O çatarken siz kırıtıyor, sırıtıyor, ilgiyle rövanşınızı görüyorsunuz. Bunlardan biri, belki de en dikkat çekeni “Kendine Ait Bir Koca” da, ardı gelen şu Virgina Woolf modasına çıkışmalar. “… ‘popüler kültür kişisi’ haline getirilen Virginia Woolf’a, cinsel devrim yapmış, feminist bir ikon diyerek, delilik derecesinde hayran olanları anlamıyorum, o kadar.”
Neredeyse, bu zorlama kahraman, edebi “kültle” kavgaya giren bir sıra diyalog, “yazmak için neye gereksinim duyduğumu senden öğrenecek değilim Virginia“ vâri… Woolf’un ortaya koyduğu nitelikli üretimden gayrı, birçok yazma heveslisi kadının, bugün halen içinde çırpındığı, yanyana getirilemez imkansızlıklara karşılık, yaşadığı dönemde kendiliğinden elde ettiği, görece ferah olanakları görmeksizin, sınırlı boşluklara nüfuz edebilen fikirleri ve edebiyatta varolma önerilerinin, absürt bir lafazanlıkla her önüne gelenin ağzından emsal çâre olarak izah bulması, bir nevi reçeteleştirilmesi; Nur’u bu çatışmanın içinde konuşturuyor kaçınılmazca.
“Değil bana tahsis edilmiş bir matbaam, bir odam, bir yazı masam bile yokken, şunları yazdığım mutfak masasının üzerindeki çay tabağı lekesine bakıp, buna yutkunuyorum! Rahat bırak beni Virginia, rahat bırak gözüm!”
“Düşünmek istiyorum sessizce, sakince, ferahça yarıda kesilmeden, sandalyemden kalkmak zorunda kalkmadan…“[iv] diye kıvrılıp geçerken yanı başından Virginia’nın soluğu, “Peki, ben ne yapıyorum Virginia?” diye kalkışıyor Nur. “Oyalanarak hayatta kalmaya çalışıyorum bir yandan, tüm bu anlamsızlığın giderek derinleşen boşluğuna düşmemek için düşünmüyorum, çünkü aslında biliyorum ki düşünmek o kuyuya sarkmak demek. Hızlı hızlı yürüyorum evin içinde...”
Öyle ki Nur, şu meşhur bilinç akışı tekniğini kullanmaya pervasızca yanaşamıyor bile.
“(…) Atlı kovalıyor gibi yazıyorsun Nur, hiç yavaşlamıyorsun, derinleşmiyorsun, yazdıkların soluk almaya izin vermiyor. Sen yavaşlamayı bilmiyorsun.” Bunu düşünüp kedimi tekrar yatağa atıyorum, ayaklarımı duvara yaslayıp yavaşla diyorum içimden, yavaşla…”
Bir ev anasının, ancak mutfak masasına ayırabildiği yazı mesaisi ile kendisi arasında bir çamaşır ipi gibi gerilen o upuzun, hız kesmeyen akış ise tam da şöyleydi ve mandalları toplamak hayli zaman alıyordu;
“Yıka, soy, kes, doğra, rendele, yoğur, süz, dök, at, karıştır, kapat, aç, ov, sık, ser, tak, çıkar, as, topla, çek, indir, kaldır, katla, koy, çıkar, geçir, diz, ayıkla, kazı, sula, kurut, su dökün, tarak vur, çaput geçir, hızlan, hızlan! Kapı çalıyor, kapıya bak!”
Birgül Özcan, tekrar başa döndüğümüzde, artık bambaşka bir “ya gerçek?” sorusuna, pek verilmemiş, alışılmadık yanıtları sıralıyor kitabında. İyi de ediyor, kendini eksik etmiyor, meydanı boş bırakmıyor.
Gündeliğin püf noktasından, o öff raddesine değin, evin içinden yükselen kelimeler, sesler ve işaretlerle, sonunda evin sathını aşmış, gerçek ya da gerçeğe yakın bir kurmaca, bir meram, Birgül Özcan’ın Ev Anası. Yazmak, böylece başlıyor. Aşting ve Yutapa kadar sahici ve garipken her şey, kaçınılmaz olarak. Bu yazının başlığına düşecek yanıt ise elbette hiçbir vakit net olmadı; bazen evet, bazen hayır.
[i] Edebiyat, edebiyatın bir soruya, demek ki bir soruna dönüştüğü an başlar: “Mallerme kendine ‘ Edebiyat diye bir şey var mı?’ diye sorduğunda, bu soru edebiyatın ta kendisidir.” (Maurice Blanchot, “Temel Yalnızlık”, “Mallarme’nin Deneyimi” ve “Orpeus’un Bakışı) Nurdan Gürbilek, Sessizin Payı, İstanbul: Metis, 2014, s.117.
[ii] J.M.Coetzee, Petersburglu Usta.
[iii] http://evanasi.blogspot.com/ (Yazarın blog sayfası)
[iv] Virginia Woolf’un Günlükleri.
Arzu Lermioğlu – edebiyathaber.net (9 Mart 2016)