Edebiyat, felsefe ve hȃttȃ sosyoloji metinlerinin sinema ile karşılıklı diyalog ve etkileşimlerine çok sık rastladığımız bir dönemde yaşadığımızı söyleyebiliriz. Bir kitabı okurken, sinemadan bir karakteri belleğimizin çekip çıkarması ya da bir film izlerken, başrol oyuncusunun yıllar önce bir kitapta karşılaştığımız bir karaktere dönüşüvermesi, her anlamda metinlerarası ilişkinin kurulduğu bu günlerde aslında çok da tesadüf değil.
Geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları tarafından Murat Belge çevirisiyle çıkan, Herman Melville’in “Yazıcı Bartleby” (daha önce Kȃtip Bartleby olarak da Türkçe’ye çevrilmişti) adlı öyküsüne göz atarken, kendimi Zeki Demirkubuz’un Yazgı filminde bulduğumu fark ettiğimi söyleyebilirim. Açıkçası Yazgı filminin başkarakteri Musa’nın umursamaz, edilgen nihilist tavrı, Melville’in Bartleby karakteriyle oldukça benzer bir durum sergiliyordu.
Melville’in Yazıcı Bartleby karakteri alışılmışın dışında bir öykü kahramanı ve belki de yazın dünyasının en pasivist, en sivil itaatsiz karakteri. Bartleby, çalışmaya başladığı hukuk bürosunda başlangıçta sadece kendine verilen işi “normal” şartlarda yerine getirir. Onun dışında kendisine verilen işleri “ yapmamayı tercih ederim” diyerek reddeder. Zamanla hiçbir şey yapmamaya başlar karakterimiz, iyi niyetli yaşlıca patronunu oldukça sıkıntıya sokar. Yazıcı Bartleby aslında bize oldukça anlamlı mesajlar verir bu tavrıyla çünkü tercihlerimizin ne olduğunun hiç sorulmadığı, neredeyse mekanik bir hayatın, yaşayıcısı olduğumuz düşünülürse aslında onun tavrı oldukça önemli bir karşı duruştur. Çileden çıkarıcı bir şekilde “yapmamayı tercih eden” Bartleby çalıştığı mekȃndaki arkadaşlarından davranışlarıyla ayrılır ve bu durum ona “tuhaflık” kazandırır. Felsefi anlamda “tuhaf” olanın akıl dışı bir yerde olduğu düşünülürse, Bartleby’nin tuhaf varlığı etrafındakiler için kolay olmayacaktır. Patronun her dilediğini yapan, her türlü emre itaat eden, diğer karakterler tarafından yadırganacak, dışlanacak ve toplumsal göz tarafından kabul görmeyecektir. Tıpkı Yazgı Filmi’nin Musa’sı gibi.
Musa, toplumsal normların olabildiğince dışında ne kendisine ne insanlığa bir faydası olmasının kaygısını gütmeyen, yaşadığımız dünyanın içinde biçimlenmemiş bir birey temsilidir. Birlikte yaşadığı annesinin ölümünü neredeyse iki gün sonra fark edecek ve sonrasında bundan bir rahatlama duyduğunu ifade edecektir. Musa bu tavrı ile en başta toplumsal normların beklentisini yerine getirmediği için “farklı”, “garip”, “tuhaf” kalıplarının içine sıkıştırılacaktır. İzleyici belki bu tavır karşısında çileden çıkmış ve nasıl sorusunu kendisine sormuştur. Yazıcı Bartleby öyküsünde de benzer bir durum çıkar karşımıza: Okur oldukça iyi niyetli olan patronunun her önerisine “yapmamayı tercih ederim” diyerek reddeden Bartleby’e bazen gülecek bazen sinir olacak ve yine “nasıl?” sorusunu soracaktır kendisine. Nasıl sorusu aslında cevabı çok zor olmayan bir sorudur. Bize bu soruyu sorduran iki karakterin mesajı açıktır. İtaatin reddedilmesi. İlişkilerimizin bizim üzerimizdeki güç ile olan bağlantısını gözler önüne seren bir durumdur bu. Bu bir çekişmedir, karşılıklı güç çekişmesi. Bu güç çekişmesi içerisinde bireyler olarak bizler, farkında bile olmadan söyleneni yapmaya koşullanmışızdır. Çünkü günümüz dünyasında bizler egemenlere göre biçim almış bireylik temsilleriyken, kendi gücümüzü unutmuş, kendilik iktidarımızdan vazgeçmişizdir. Bartleby bir şey yapmamayı tercih ederek, gücü o kadar kendi lehine çevirmiştir ki patronu en sonunda iş yerinden taşınmak zorunda kalmıştır. Aslında karakterin böyle bir derdi yoktur ancak onun itaatsiz varlığı diğerleri tarafından korkutucu ve endişe vericidir. Çünkü genelin dışında olmanın anlamı yalnız ve kabul görmeyen bir yaşamsal durumun karşılığıdır.
Bartleby patronunun taşınmasının ardından binada kalmaya devam eder. Bürodan çıkartılır bu sefer binanın merdivenlerinde yaşayıp, kapı önünde uyuyarak kısaca, gitmemeyi “tercih ederek” sürdürür yaşamını. Kimseye zarar verdiği görülmemişken, kaygı uyandırır onun itaatsiz “tuhaf” varlığı. Ve en sonunda bir hapishaneye kapatılır. Ne cinayet işlemiştir ne de hırsızlık yapmıştır; kimseye zararı dokunmamıştır. Onun tek suçu “normal” olanın dışında bir varoluş göstermesidir. Yazgı filminin Musa karakteri de işlemediği bir cinayet yüzünden hapishaneye kapatılır. O sonuçta annesinin ölümü karşısında bile Butler’ın deyişiyle melankoli üretmemiştir. Bu nedenle de o, toplumsal değer ve normlar gözüyle her türlü suçu işleyebilecek bir insanı temsil eder. Onun da suçu Bartleby gibi “farklı”, “tuhaf” ya da “anormal” olmaktır. Filmde Musa’nın savcı ile olan diyalogları da bir bakıma “tercih etmemek” ile ilgili değil midir? Suçsuzluğunu ortaya çıkaracak mektup savcının eline geçtiğinde şöyle bir sahne yaşanır; savcı asıl suçlu olan patronun itiraf mektubunu okuyup okumadığını sorar. Musa bunun kendisiyle ilgili olmadığını söyler. Daha sonra savcı mektubu okumaya başlar. Musa ilgisizce etrafına bakınır. Savcı Musa‘ya sorar, hiç itiraz etmemişsin, ya cezan uygulansaydı? Bu güne kadar bir kez suçsuzum dememişsin. Onun cevabı açıktır: Ne fark ederdi. Evet, ne fark ederdi toplumsal kategorilerin, öğrenilmiş algıların “farklı” olana bakışı ortadayken hiçbir şey fark etmezdi belki de.
Bartleby yapmamayı tercih ederek, Musa fark etmeyeceğini bilerek edilgen bir tavırla dünyaya kafa tutan iki karakter. Bartleby edebiyatın, Musa sinemanın içinden tüm “tuhaflıklarıyla” bize hȃlȃ çok şey söylüyor. Latince “norma” kelimesi, marangoz gönyesi anlamına gelir. Ve bu kelime aynı zamanda bu gün kullandığımız “normal” kelimesinin kökenidir. Bazı ahşaplar serttir bu nedenle, marangoz gönyesinin onları biçimleye gücü yetmez. Musa ve Bartleby gibi biçimsiz ve akıl dışı kalırlar.
Emek Erez – edebiyathaber.net (23 Temmuz 2014)