Dostum öve öve bitiremedi.
Okuma sıramda olmamasına rağmen, merak edip, söz ettiği romanı okumaya başladım.
Sabırla ilerledim.
İyi bir öykücüydü anlatıcı. Ama gördüm ki; roman yazmakla öykü yazmayı karıştırmış bu kez!
Öykü yazan roman yazamaz demiyorum, ama iki tür birbirinin çok uzağında. Yazarın algısı, “hakikat” i zihinleştirme süreçleri çok farklıdır romanda.
Öykü, hiçbir zaman roman için bir geçiş türü değildir, olamaz da!
Burada şu savımı yinelemek isterim; iyi roman yazarlarından iyi öykücü çıkmaz, zaten o düzeydeki biri de öyküye giremeyeceğini bilir. İyi öykücü de asla romana soyunmaz.
Bu bir kural mı? Değil! Beni yanıltan birçok yazar yok mu? Var! Roman yazmak isteyen biri öyküler yazarak yazmak/metin kurmak bilgisini edinir, ama roman yazmayı öğrenemez.
Roman, algı kadar, yazarın zihinleştirme süreçlerini bilmesi; donanımı, hayata bakışı, dünya ve insana dair ne söylemek istediğiyle çok ilgilidir. Romancının bir derdi olmalıdır, ama bu asla kendi kendine dertlenme/iç dökme değildir.
Hâlâ şunu savunurum; romancı algısı yüksek biri olmalı, ne adına/niçin/neden/nasıl yazıp konuştuğunu-anlattığını bilmelidir. Evet, roman, halen Stendhal’in imlediği gibi, yol boyunca gezdirilen bir aynadır.
Benim gözümde Thomas Mann iyi bir romancıdır. Heinrich Böll de iyi bir öykücü. Mann öyküde ne kadar başarısızsa Böll de romanda öyledir. Bu örnekler çoğaltılabilir de…
Edebiyatımızda bunun örneklerine ise sıklıkla rastlamaktayız. Öyle ki, öyküyü romana geçiş için adeta bir basamak gibi görenlerin sayısı giderek artmaktadır. Oysa, ne yanılgı!
Dönecek olursam, okumaya çalıştığım “roman” roman değil aslında, bir tür “menkıbe”, kadına/ kadınlık durumlarına dair…
Roman yazma bilinci başka şeyler gerektiriyor. Derin bir kavrayış, yaşantı zenginliği, toplum ve büyük aile gerçekliğini tanıma, insan ruhunu kavrama vb.
Adını anmayıp sözünü ettiğim romanı bir yana bıraktım. Ödül alması/verilmesi de beğenmem için bir ölçü/kıstas değil hiçbir zaman. Üstelik biliyorum ki; bu ülkede edebiyat ödüllerinin içi boşaltılmıştır. Bu ayrı konu.
Roman okur musunuz?
Bir diğer genç dostum bana bu soruyu sorarken aldığı yanıtla utanmış olmalıydı ki; önüme iki roman koydu;
– Artemisia / Anna Banti
– Mayıs / Fatih Öcal
Akşam masamın başına geçince ikisine de göz attım önce. Artemisia’ nın çevirmeni olarak Işıl Saatçioğlu’nu görünce ilgim daha da arttı. Çünkü Işıl, düz/sıradan bir çevirmen değildi. Bir yapıtı çevirmiş olmak için asla çevirmezdi. Onun bir dilden (çok iyi bildiği İtalyanca’dan) başka bir dile yapıt çevirmesi için önce kendisinin beğenip/etkilenip sevmesi gerekirdi. Calvino’nun Görünmez Kentler’ inin çevirisini, o benzersiz önsözünü unutabilir misiniz?
Işıl, bu kez, Artemisia’ ya da aynı düzeyde bir sonsöz yazmış : “Sonsöz : Barok Düet”.
Sabırsızlanıp önce bunu okumaya koyuldum. Çünkü Anna Banti, bilmediğim bir yazardı. Ama resme ilgim, Işıl’ın beğenisi bu romana beni yakınlaştırmıştı. Bir romancı için adeta didiklenerek okunması gereken bir metin Işıl Saatçioğlu’nun yazdığı.
Banti, daha ilk satırlarıyla çekip alıyordu sizi konusunun/anlatısının içine. Konu bir de Barok dönem, bir ressam olunca…
Anlatıcı, romanın bir dil yaratmak olduğunun öylesine bilincinde ki; anlattığı şeyin her bir imini adeta örgüleyerek ilerliyor. Ve siz, bir okur olarak, önünüzdeki metne katılırken merak/ilgi ötesine düşünce ve duygu selintisine kapılıyor; adım adım ilerlerken metnin bitmemesini istiyorsunuz.
“Artemisia” ya bir defter açıp yudum yudum okumamı sürdürdüm. Dönüp, öyküsü anlatılan/romanı kurulan Artemisie Gentileschi’nin resimlerini gözden geçirdim. Barok müzik eşliğinde bu romanı okumanın hazzını ruhumda hissettim.
İlk romana dönünce
Elbette çevirmeni kadar yayınevinin kim/ne/nasıl olduğu da önemlidir gözümde. İyi bir yayınevinin seçimi okuru çoğu kez yanıltmaz. O yayınevinin “Yayıncılık aklı” na güvenirsiniz. Seçim/yayın nedenini anlarsınız.
Bir ilk roman olan Mayıs’ a yönelmeme de elbette Can Yayınları adı neden oldu. Fatih Öcal adını bilmem. Yayınevi bir parıltı bulmuş olmalı ki 476 sayfalık bir romana şans vermiş.
Memet Fuat’ın yayıncılıktaki şu tutumunu hep sevmişimdir; parıltılı bir yazara/şaire yayın şansı verirken hep ardını/sonrasını düşünürdü. Bu nedenle de bir antrenör gibi davranır, sürekli: “Git yaz, yeni başka bir şey yaz”derdi, yani özcesi, önce kendi kendine kanıtla ve görelim sonrasında bir şey gelecek mi, yoksa bu bir atımlık barut mu?
O da bilirdi ki edebiyatın kaldıramayacağı tek şey bir ânlık heves…
Bir bakıma takım kurucuydu Memet Fuat, ama geleneğin oluşmasına özen gösterirdi.
Bunca sözü niye ettim…
Fatih Öcal’ı okurken, önyargısız, ama kaygıyla yol aldım; bir romancı dostumun, yeni yazdığı bir roman dosyasını önüme büyük bir zevkle atarken ki sözünü hatırladım:
“Öyle bir roman yazdım ki korsanı daha çok satacak!”
Çünkü o, başka bir alanda uğraş verse de, bu ikinci romanının çok satmasını, diğer alanına bir fayda sağlamasını istiyordu, Nuri Bilge Ceylan örneğini vererek.
Öcal’ın romanını okurken, doğrusu bu kaygım daha da öne çıktı, onun adına.
Bu romanım çok satsın, dizi olsun, film olsun arzusunu sezinledim yazarın.
Öcal’ın romanı iki katmanlı/iki sesli yazması bile bu arzusunu gizleyemez. Üstelik 1 Mayıs – 31 Mayıs 2008 günlerini anlatan bölümlerde gene 31 bölümlük “Sessiz Diyaloglar” , “hakikat” ile “aşk yarası” arasındaki anlatıcının sürüklenişlerini acı – parodiye dönüştürüyor. Traji -komik diyemiyorum.
Çok bilgi romancıyı yanılttığı gibi az bilgi de sığlaştırır. Öcal, sürekli bu ikisi arasında gidip gelen biri.
Zamanın ruhunu yakalama derdinde. Ey okur diyor, bakın bu ülkede bunlar oluyor, diyor; böyle böyle de yaşanıyor bazı hayatlar… Ama bunun nasıl/niçin/neden anlatılması gerektiğini çok iyi bilemiyor.
Yer yer sinopsis, yer yer tredman okurcasına sizi bir koşuya çıkarıyor; araya da felsefe/edebiyat yapmak için “Sessiz Diyaloglar” ı serpiştirerek okur avcılığı yapıyor biraz.
Yetimhanede büyüyüp iş adamı olan anlatıcımızın (Ayhan) başına gelen trajik olay ve sürüklenişi, gazeteci eşinin (Nil) öldürülmesi, bu cinayeti kimin/kimlerin işlediğinin ardına düşülmesi…
Başlangıçta andığım romanı okuyamamıştım. Ama Fatih Öcal’ı okuyorum, eminim ki sonuna kadar da okuyacağım. Okutuyor kendini. Ama biliyorum ki “kendi olan bir romancı” değil karşımdaki. Görsel dünyanın her gün hayatımıza akıttığı binlerce şeyden süzülüp birinin kalemine yansıyanları okuyorsunuz… Neredeyse yarıladığım romanda anlatıcıdan bir romancı tutumunu beklemek doğal elbette bir okur için.
Öcal bana, geldiğim 168. Sayfada bunları düşündürttü. Dilerim 169. sayfa ve sonrasında anlattıkları/ortaya koyduğu anlatıcı tutumuyla beni yanıltır. Ama ben gene de romanın sonunu değil, Öcal’ın bu romana gelirken neler yazdığını, bundan sonra neler yazabileceğini daha çok merak ediyorum. Onun için temkinli davranarak, gene de “Edebiyatımıza hoş geldin” diyorum.
Genç dostumun ilk sorusuna yanıtım ne miydi?;
“Okurum, her gün ama her gün fasılasız roman okurum.”
Evet, Öcal’a ara verip Artemisia’ya dönüyor ve bizde yazılamayan romanın nedenlerini orada çok daha iyi görüyorum sevgili okurum.
Gelenek… gelenek… gelenek…Ve edebi bellek… Eminim ki Virginia Woolf’un roman/cı belleği olmasaydı Banti, bu romanını böyle yazamazdı!
Faulkner olmasaydı Marquez olur muydu acaba?
Coetzee, şunu söylememiş miydi; Beckett olmasaydı, Coetzee diye bir romancıyı okuyamayacaktınız.
Birey …
Evet, onu yazacak “Birey” i var etmek gerek. Anna Banti’nin kısa biyografisine bile göz atmak yeterlidir bunu görebilmek için.
Kulaklarımda hâlâ çınlıyor, kitapları “çok satar” birinin “Romancı” edasıyla televizyondaki sözleri:
“Bu bana Tanrı’nın bir vergisidir!”
Çok söze gerek yok sanırım. Vasatlık yalnızca siyasi arenada mı sanıyorsunuz siz?
Son bir not; İslamî kesimden iyi öykücü çıkmasına karşın, neden romancı çıkamadığını hiç düşündünüz mü?
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (24 Haziran 2014)