Her yazarın bir filtresi olması gerektiğine inanırım. Yani, yazdıklarını önce kendi akıl/bilgi/sezgi süzgecinden geçirip, hatta bir süre demlenmeye bırakması bir “filtre”dir aslında.
Yazılmaya değer gördüğü şeye bir süre sonra uzaktan bakması kaçınılmaz. Bir yazar, her yazdığının “bir şey” olmadığını bilmelidir öncelikle. İyi yazar, dokuz kez yazan, onuncusunu okura okutandır benim gözümde.
Peki, yazar böyleyken; yayıncı nasıldır/nasıl olmalıdır?
Yayıncıların temel sorunu nedir diye sorarak başlamak en iyisi. İlkin şunu söylemek isterim:
Yayıncımız neyi yayımlayacağını bilip, bilmemektedir.
Neden derseniz?
Hiçbir yayıncı (özellikle Türkiye’de) kendi seçimini yarat(a)maz. Yani bir düşünce ekseninde konu/tema belirleyerek kitabın yazılması, yazarın/ın seçilmesi, yazarın yetişmesini sağla(ya)maz.
Kendine gelen, var olanlar ya da piyasada ne/nasıl çok satıyor üzerinden fikir yürüterek karar verir.
Geçmişte bunu yayınevinin patronu yapıyor, tek karar verici kesiliyordu. Bugünse yayın yönetmeni, yayın kurulu, editör bu işin muhatabı konumundadır. Patronsa, geride gölgede… Ama yine de oradadır hâlâ…
İşte asıl sorun da burada başlamaktadır yayıncı için.
Sektör olamama, kurumsal yapı kuramamanın nüveleri böylece oluşuyor.
Kim, neyi, neye göre ve nasıl seçiyor?
O seçici kurul/kişinin bilgisi/yetkinliği neye göredir, kime göre yeterlidir?
Batı’da yayınevlerinin okuma yazarları/danışmanları, seçme “ajan”ları, editörleri, uzmanları vardır.
Buna bir örnek verebilirim. Büyük bir Fransız yayınevi yakın zamanda Türkiye’den birkaç yazarla ilgilenmekteydi. Türkiye “ajan”ının önüne koyduğu adlar/yapıtlarla ilgili birer rapor istemişti. Bana da bu adlardan birisi üzerine rapor yazmam önerilmişti. O yazarı enine boyuna irdeleyen, yayınevinin karar vermesini kolaylaştıracak bir “rapor” hazırlamıştım. Yayınevi o bilgiler ışığında yazara dair edindiği fikir üzerine örnek çeviri yaptıracaktı.
Şu bir gerçekti ki; bir yayın ajansının getirip önüne koyduğu kitapla/yazarla yetinmiyordu yayıncı. Kendi seçiminde kendi kıstaslarını değerlendirebilecek bir sistem kuruyordu en azından.
Bu işleyişin ön adımlarından biri böyle. Arka planı ise başka seyir ve aşamaları içermektedir.
Doğan Kitap’ın kuruluş yıllarında “yerli edebiyat” için böyle bir okuma/önerme danışmanlığını üstlenmiştim. Bugün okuduğunuz birçok yazarın çalışması o günlerde elimden geçmişti.
Bir yayınevi her şeyi telif ajansına, eş-dost önermesine bırakmamalı; kendi yayın çizgisini/politikasını üzerine oturtabileceği bir yayın ekseni kurmalıdır. Oradaki karar vericiler uygulayıcıların dışında işleve sahiptirler.
Her şey “editör”, “yayın yönetmeni” ya da “patron”un iki dudağının arasında olmamalıdır. Üstelik bir yayınevinde ne editör ne de yayın yönetmeni tek başına karar verici olamaz, olmamalıdır da! Üstelik, editör karar verici değildir hiçbir zaman yayınevinde, bu da karıştırılmaktadır. Bir anlamda görüş bildiren, yapıt önüne geldiğinde ise yapıtı onarıp yazara öneriler götürendir.
Örneğin; önüne bir Canetti ya da Adonis çevirisi geldiğinde kararı kim/nasıl verebilecek?
Adonis’le bir konuşmamızda, yayımladığımız şiir çevirilerini iki dilde okuyan dostlarının beğenmediğini söylemişti. Ki, kendisi şiirlerinin mutlaka Arapçadan, düzyazılarının Fransızcadan çevrilmesinden yanaydı. Ama şunu yinelerdi hep; çeviri yaparken o dili bilmek yetmez, bilgi de gerek…Siz, yayınevi olarak bir yazarı seçebilirsiniz, buna göre birtakım kıstaslarınız olabilir; aslolanı onun kitabını kime teslim edeceğinizdir, hangi süreçlerden sonra kitap okura ulaşacaktır.
Bir de yazarlığını kanıtlamış bir yazarın kitabı önerildiğinde kıstasınız nedir?
“Fiş alın, sıraya girin, bekleyin, henüz bakamadık” mı? Yoksa; ada ilginiz/tepkiniz mi daha çok belirleyicilik kazanıyor?
İyi bir yayıncı bunların yanıtlarını bilmelidir, verebilmelidir.
Eğer bu arenada var olmak, iyi bir şeyler yapmak, sürekliliği sağlayan bir model oluşturmak istiyorsanız; kargo yayıncılıkla var olmak derdinde olanlar; hadi iş başı yapın da ölçünüzü görelim o halde.
Özgün neyiniz var, anlatın hem bana hem de birçok yeni yazar adayına; inanalım sizlere.
Evet, nedir ölçütünüz?
Dil mi?
Anlatım mı?
Ad mı?
Popülerlik mi?
Bilginiz mi, bilgisizliğiniz mi?
Kaprisleriniz mi?
Pazarlamacılarınızın bakışı, sanal mağazacıların talepleri mi?
Lütfen söyleyin; ki, yamalı bohça yayıncılıktan nefes alsın ortalık biraz.
Çünkü hayatımızın her alanındaki vasatlık diz boyu. Herkes zarfı süslemenin derdinde, mazruftan ise bihaberiz, biline!
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (5 Ocak 2016)