Hébert “Père Duchêne”in hiçbir sayısına birkaç “hastir”, birkaç “hırt” sokuşturmadan başlamazdı. Bu kaba sözcükler hiçbir şey anlatmazdı, ama imlerdi. Neyi mi? Bütün bir devrim durumunu. İşte işlevi artık yalnızca bildirmek ya da dile getirmek değil, aynı zamanda hem Tarih, hem de burada yapılan seçim olan bir dil ötesini benimsetmek olan bir yazı örneği.
Bir şeyler göstermeyen yazılı dil yoktur ve “Père Duchêne” için doğru olan Yazın için de doğrudur. O da bir şey imlemek durumundadır, içeriğinden ve bireysel biçiminden farklı bir şey, kendi kapanımı olan, kendini Yazın olarak benimsetmesini sağlayacak bir şey.
Bunun sonucu olarak, düşünle, dille, biçemle bağıntısı bulunmayan ve düşünülebilecek bütün anlatım yollarının derinliğinde, töremsel bir dilin yalnızlığını tanımlamaya yönelik bir göstergeler bütünü çıkar ortaya. Göstergelerin bu kutsal nitelikli düzeni Yazın’ı bir kurum olarak sunar ve onu Tarih’ten soyutlamaya yönelir, çünkü hiçbir kapanım bir süreklilik düşüncesi olmadan temellendirilemez; ancak etkinliğini en açık biçimde Tarih’in yadsındığı yerde gösterir; öyleyse dilin ya da biçemlerin değil, yalnızca Yazın’ın Gösterge’lerinin tarihi olan bir yazınsal dil tarihi yazılabilir, bu biçimsel tarihin de kendi yordamınca —yordamların en karanlığı olmayan yordamınca— derin Tarih’le bağlantısını ortaya çıkaracağı kestirilebilir.
Hiç kuşkusuz biçimi Tarih’in kendisiyle değişebilecek bir bağlantı söz konusu; yazıların yazgısında Tarih’in varlığını duymak için dolaysız bir gerekirciliğe başvurmak zorunlu değildir: Olayları, durumları ve düşünceleri tarihsel zaman boyunca çekip götüren bu bir tür işlevsel birlik burada bir seçimin sonuçlarından çok sınırlarını sürer önümüze. O zaman Tarih yazarın önünde birkaç dil aktöresi arasında zorunlu bir seçim olgusu gibidir; Yazın’ı kendi gücü dışında kalan olasılıklara göre imlemek zorunda bırakır onu. İleride göreceğiz, örneğin burjuva sınıfının düşüngüsel birliği tek bir yazı üretmişti, burjuvazi (yani klasik ve romantik) çağında, bilinç parçalanmamış olduğuna göre biçim de parçalanamazdı; buna karşılık, yazar mutsuz bir bilinç olmak üzere evrenselin tanığı olmaktan çıkar çıkmaz (1850’ye doğru), ilk işi biçiminin bağlanımını seçmek oldu; böylece geçmişinin yazısını ya üstlendi, ya yadsıdı. Klasik yazı parçalandı ve, Flaubert’den günümüze, bütün Yazın bir dil sorunsalı oldu.
Yazın işte tam bu anda (sözcük az bir zaman önce doğmuştu) bir daha değişmemesiye bir nesne olarak benimsendi. Klasik sanat kendini bir dil gibi duyumsayamazdı, dilin kendisiydi, yani saydamlık, çökeltisiz dolaşım, Evrensel bir Tin’in, derinlik ve sorumluluktan yoksun bir süssel göstergenin en iyi desteğiydi; bu dilin kapanımı doğasının sonucu değil, toplumsaldı. On sekizinci yüzyılın sonuna doğru bu saydamlığın bulanmaya başladığı bilinir; yazınsal biçim tutumundan ve örtmecesinden bağımsız bir ikincil güç geliştirir; çeker, şaşırtır, büyüler, bir ağırlığı vardır; Yazın toplumsal olarak ayrıcalıklı bir dolaşım biçimi gibi duyumsanmaz artık, hem düş, hem tehdit olarak verilmiş, yoğun, derin, gizlerle dolu bir dil olarak duyumsanır.
Bu önemli bir olgudur: Yazınsal biçim bundan böyle her nesnenin oyuntusuna bağlanmış varoluşsal duygular yaratabilir: aykırılık, alışılmışlık, tiksinti, hoşnutluk, öldürme duyguları. Böylece, yüz yıldan beri, her yazı yazarın kaçınılmaz bir biçimde yolunun üstünde bulduğu şu Nesne-Biçim karşısında bir evcilleştirme ya da geri itme çabasıdır, onu görmesi, göğüslemesi, üstlenmesi gerekmekte, bir yazar olarak kendini yoketmedikçe onu yokedememektedir. Biçim bir nesne gibi asılı durur gözlerin önünde; ne yapılırsa yapılsın, bir aykırılıktır: Görkemlidir, gününü doldurmuş görünür; düzensizdir, toplumdışı kalır; zamana ya da insanlara göre özeldir, hangi biçimde olursa olsun yalnızlıktır.
Bütün on dokuzuncu yüzyıl bu dramatik yoğunlaşım olgusunun gelişmesine tanık oldu. Chateaubriand’da bu olgu henüz hafif bir çökelti, bir dil esenliğinin ufak ağırlığı, yazının araçlık işlevinden zar zor ayrıldığı ve kendi kendine bakmakla kaldığı bir tür öztutkunluktur. Flaubert —burada bu sürecin çok belirgin anlarını vurgulamakla yetiniyoruz— bir emek-değer ortaya çıkararak Yazın’ı kesin biçimde bir nesne olarak kurdu: Biçim bir çömlek ya da mücevher gibi bir “yapım”ın anlatımı oldu (yani yapım biçimin “gösterilen”i oldu, ilk kez bir gösterim olarak sunulup benimsetildi). En sonunda, Mallarmé, Nesne-Yazın’ın kuruluşunu bütün nesnelleştirmelerin sonuncusu olan edimle, öldürmeyle taçlandırdı: Mallarmé’nin tüm çabasının bu dili yıkmaya yöneldiği bilinir, Yazın bir bakıma ancak bu dilin cesedi sayılır.
Böylece, sözcüklerin dekoru üzerinde düşüncenin mutlulukla havalandığı bir hiçlikten yola çıktıktan sonra, yazı gittikçe artan bir katılaşmanın bütün durumlarından geçti; önce bir bakışın, sonra bir edimin, en sonunda bir öldürmenin konusu olduktan sonra, bugün son durumuna, yokluğa ulaşmaktadır: Burada “yazının sıfır derecesi” diye adlandırılan bu yansız yazılarda bir yadsıma deviniminin ta kendisi ve, sanki Yazın yüz yıldan beri yüzeyini kalıtımsız bir biçim içinde dönüştürmeye yönelirken arılığı artık yalnızca her türlü göstergenin yokluğunda buluyormuş, en sonunda şu Orpheus düşünün: Yazın’sız bir yazarın doğmasını istiyormuş gibi, süre içinde bunu gerçekleştirme güçsüzlüğü kolaylıkla seçilebilir. Örneğin Camus’nün, Blanchot’nun ya da Cayrol’un ak yazısı, ya da Queneau’nun konuşma yazısı, burjuva bilincinin parçalanışını adım adım izleyen bir yazı Tutku’sunun son oluntusudur.
Burada amaçlanan şey, ana çizgileriyle bu bağlantıyı çizmektir; dilden ve biçemden bağımsız bir biçimsel gerçeğin varlığını kesinlemektir; Biçim’in bu üçüncü boyutunun da, fazladan bir “trajik”likle yazarı toplumuna bağladığını göstermeye çalışmaktır; son olarak, bir dil Aktöre’si olmadan Yazın olamayacağını sezdirmektir. Bu denemenin özdeksel sınırları (kimi sayfaları 1947’de ve 1950’de Combat’da yayımlanmıştı) bir Yazı Tarihi olabilecek şeye bir Giriş’ten başka bir şeyin söz konusu olmadığını yeterince gösteriyor.
Roland Barthes’ın “Yazının Sıfır Derecesi” adlı kitabından alıntılanmıştır.
edebiyathaber.net (12 Haziran 2012)