“Herkesin meselesi kendi biçimini yaratır sonuçta.”
Sürekli yazan biri olarak, asıl yazmak istediğim “şey”i beklediğimi/beklettiğimi söylersem; bu size abartılı gelmemeli.
Evet, biliyorum ki yazı/yazmak benim işim, uğraşım. Her konuda, her durum ve ortamda yazabiliyorum.
Kendime yer açtığım en küçük alan/yer/mekân/masa o ân benim için yazı/okuma adasına dönüşebiliyor.
Böyleyken, bekleyen nedir diyeceksiniz!
Birkaç ailenin, insanın, dönemin, ülke gerçeğinin, kuşağımın öyküsü… dersem çok da anlamlı gelmeyebilir. Ki, tam da bu değil istediğim. Ne bir tarihçe, bir anılar silsilesi, ne de başka hayatların tanıklığı…
Bir çocuğun gözünden ömrün mevsimlerine bakmak… Gören ve hatırlayan göz. Yetişkin olma halinden çocuksu kalma zamanlarına dönüş.
Sanırım bununla biraz daha o “şey”i tanımlamaya yaklaştığımı söyleyebilirim.
Olmak istediği “şey”i olamayan/yaşamında olduramayan “biri”nin öyküsünde ülkenin kaotik gerçeğini yansıtmak.
Sürekli unutarak yaşadığımıza göre; nerede neyi/neleri nasıl hatırlarız…
Ve o hatırlananlar neleri içerir…
Ve unuttuklarımız nelerdir…
Günümüz/zamanımız nasıl akıp duruyor…
Ülke gerçeğinin tarihi, dünü/bugünü nasıl evrilip duruyor; ve biz bir dilin/kültürün/yerin insanları olarak nasıl yaşıyor, nasıl düşünüyoruz… Kendimizi nelerle, nasıl, neden, niçin ilintilendiriyoruz.
Yaşadığımız onca iyi/güzel, kötü/çirkin “şey” karşısında neyiz/kimiz? Tepkilerimiz, duygularımız, düşüncelerimiz, davranış biçimlerimiz nelerdir…
Kendimizi, aidiyetimizi nasıl tanımlıyoruz…
Nasıl seviyoruz, âşık oluyoruz, kavuşuyoruz, ayrılıyoruz, imkânsıza tutuluyoruz… Bağlılıklarımız, tutkularımız nelerdir; hayal kırıklıklarımız… Bağlandıklarımız, kopamadıklarımız, ölümlerimiz… Meraklarımız, alışkanlıklarımız, kederlerimiz…
Konuştuğumuz dille ilişkimiz nasıldır, bir arada yaşadığımız insanlarla iletişimimiz nerede/nasıl/ne biçimde sürüyor…
Yaşadığımız yerle, ev ve mekânla ilişkimiz nasıldır…
Öfkelerimiz, sevinçlerimiz… Renklerimiz, lezzetlerimiz, yaşadığımız doğa, soluk aldığımız gökyüzü nasıldır…
Ve daha birçok şey…
Yani özcesi hayatın rayihasını anlatmak. Her bir gözeneğe sinen duyguyu, düşünceyi ve zamanın yansımalarını ortaya çıkarmak yazının ucuyla.
Hayatın sürekliliğini, dönüşümünü anlatan bir/çok öyküyü ortaya koymak.
Evet, “önce anlattığına inanmak” gerekiyor. Neyi/neden yazacağına değil.
Anlatılacak şeyler zihninde, hayatın içinde, yaşadıklarındaydı.
İnanarak yazmak.
İşte oraya ancak kendini ve ruhunu koyabiliyor insan. Çünkü yazının inandırıcılığı da buradadır. Ve o zaman yazdığınızla insanlara dokunur, sesinizle onlara varabilirsiniz.
Bunun için söz oyunlarına, “ana akım”ın bir parçası olma düşlerine kapılmaya hiç gerek yok.
Eğer insana ve topluma dair yazıyorsanız, elbette ki birçok öykünüz olmalı.
İşte üslup/anlam/biçim dediğiniz şey de anlatıcı olarak sizin duyarlılığınızdan/duygularınızdan, benliğiniz/kimliğinizden gelen bir şeydir.
Ve bunu kurmak, bunun dilini yakalamak için yazarak, çalışarak beklersiniz.
Benim dediğim de budur işte. Yani hiçbir zaman “Godot’yu beklemek” değildir.
Çünkü bunun için gidersiniz. Bir yere, bir duyguya, bir insana, bir anlatıya, birçok yazara ve düşlere…
Bunlarsız kurulamayacağını bilirsiniz elbette.
Ve yazarak kendinizi kimsesizleştirip, çoğul sese dönüştüğünüzün de bilincindesinizdir. Ama o ses kendi sesinizdir her zaman.
Giden, gören, hisseden, çoğalan, benlik ateşlerini tutuşturan ses…
Yaşanan ortamın her türlü salgınla (politik şiddet, tüketim, siyasal yozlaşma, mesleksizlik, cehalet, çürüme, değersizleşme, vb.) günbegün hemhal olduğu gerçeğini hiçbir zaman göz ardı etmeden yazmak.
Ve bunların debisini oluşturacak yazma uğraşını da apayrı bir yerde tutarak günlük çabanızı sürdürmek.
Çünkü yazdıkça, düşündükçe nehrin yatağını genişletiyorsunuz.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (14 Ağustos 2018)