Bir zaman örüntüsüyle başlıyorsun güne.
Bitmesini istemediğin iki romanı da çantana yerleştiriyorsun:
- “Azorno”/ Inger Christensen
- “Saplantı”/ Javier Cercas
İki yazarı da yeni keşfetmişsin. Sana mutlu gelen de bu.
Döne döne, birçok kişi için okuyorsun iki anlatıyı da. Ama önce kendin için. Bu nedenle bitmesini istemiyorsun. Bunlar için açtığın iki defter kendine yazdırıyor.
Okumasız yazmak…
Tuzsuz, yağsız, baharatsız yemek gibidir. Bir metnin kusur taşıması da en çok bundandır.
Bir yapı ustası düşünün. Örülmüş hiçbir yapı/duvar görmeden kendi duvarını örüyor!
Hiç Bach yorumu dinlemeyen bir müzisyenin yorumu nasıldır acaba?
Bir yazardan anlatma biçimini öğreniriz. Onun dile getirme yöntemlerini bilmek, anlamak; onunla yeni şeyler görmek, hissetmek bize yazma arzusunun ötesinde, yaratıcılığımızın gözeneklerinin nasıl açılabileceğini öğretir.
Doğrusu bu iki romanı da üzerlerine bir şey yazmak için okumuyorum. Biraz önce söylediklerime çok sadığım. Yazmak için okuyorum.
Dilimin tutuşması da bundan.
Yazıya geçmek
Bir söz öbeği alıyorum Christensen’den: “Tüm özlemim eriyip tam bir dinginliğe dönüştü.”
Onun bir sonraki paragrafta adı Goethe olan köpeğinden söz etmesi; beni başka bir kıyıya taşıdı bir ânda. Köpeği unuttum, Goethe adına döndüm. Metinden bir süreliğine koptum. Masamdan kalkıp kitaplığımdaki birkaç raflık Goethe kitaplarına değil de, felsefe raflarına yöneldim.
Walter Kaufmann’ın iki ciltlik “İnsanı Anlamak” kitabının ilkini aldım önüme. Daha önce okuyup notladığım Goethe bölümünü gözden geçirdim.
“Goethe’nin keşfi” dediğim bir not kâğıdına yazdıklarım sevindirdi beni. Edebiyat seminerlerime Goethe’yi almama “anahtar” olan kitaplardan birine dönmek, oradaki notlarıma bakmak anlamlı geldi bana.
Kendimi tutmasam Goethe defterlerime döneceğim. Ama her zaman yeni şey söylemekten yanayım. Kendine bilgi tekrarı yapabilmek için bile yeni şeyler okumak gerek.
Eğer Goethe üzerine bir kitap okumuşsam, dönüp aynısını yeniden çok gerekmedikçe okumam, notlarıma göz atarım; asıl ona dair okuyacağım yeni bir kitabın peşinden giderim.
Ve onu anlamak/öğrenmek için yazarım. Hem ona dair, yazdıklarına dair; hem de ondan öğrendiklerime dair.
Bu anlamda Kaufman’ın bu kitabını değerli/anlamlı bulurum. Ki; Goethe’yi, Kant’ı, Hegel’i bir arada düşündüğünü gördükçe: diğer uçta da Nietzsche/Heidegger/Buber üçlüsünü anlattığını da düşünürseniz.
Evet, “iyi”/ “yararlı” okumayı bileşik kaplar gibi düşünenlerdenim. Çoğaltarak değil, çoğalarak yapılan okumalardır bunlar.
İşte bu nedenledir ki; okuyan toplum gerek bize. Çünkü yazmaya asıl o zaman başlayacaktır. Yazan toplum da görendir. Uyanan, uyaran, yaşamak bilincine erendir.
Kasabınız da yazmalıdır berberiniz de; pastacınız da yazmalıdır fırıncınız da; terziniz de kunduracınız da…
Yazmak yalnızca romancıların, öykücülerin, şairlerin işi değildir.
“İnsanı anlamak/anlatmak” isteyen herkesin harcıdır yazmak.
Roman yazdım, öykü yazdım, şiir deneme yazıyorum diye kimse kasım kasım kasılmasın.
Yazmak sizi ayrıcalıklı kılmaz. Düşünerek/sorgulayarak/anlamlandırarak kalemi elinize almadıktan, işiniz/uğraşınızla ve hayatla ilgili bugüne ve geleceğe dair bir şeyler söyleyip, geçmişi de aydınlatamadıktan sonra yazmak, yazmak değildir sevgili okurum.
Hadi o zaman, yazmak için okuma başına.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (8 Ağustos 2017)