“İçimdeki o şey artık şarkı söylemiyor.”
Metis Yayınları tarafından çıkan ve Nesrin Demiryontan’ın çevirisiyle dilimize kazandırılan bu eser, romancı, eleştirmen ve çevirmen Dominique Edde’in Andre Green ile söyleşisini “Yazı ve Ölüm” ana başlığı altında on bir alt başlık olarak ele alıyor.
-Yazı ve Ruhsal Yaşam
-Henry Canavarla Yüz Yüze
-Define Avı
-Yüceltme ve Yaşamın Reddi
-Freudcu Bellek ve Proustçu Bellek
-Yaşamdan Yapıta
-Proust ve Kırılganlığın Yasaları
-Conrad’ın Gizli Ben’i
-Yunanlıların Daimon’u ve Psikanalistlerin Kazanı
-Hamlet, Claudius’un Oğlu mu?
-Güzellik ve Ölüm
Bu söyleşide André Green psikanalizden edebiyata, felsefeye kadar uzanan, yaşam ve ölüm arasındaki belirsizlikleri, insani varoluşu ve ruhun devinimlerini masaya yatırıyor. Proust, Shakespeare, Conrad, Borges’in yazdığı yapıtlardan yola çıkarak, yazma eyleminin kendisinin psikanalizin güçlü yansımasıyla aydınlığa ulaştırmaya çalışıyor. Söyleşi boyunca yazının ruhsal yaşamla olan ilişkisini, bilinçdışı süreçlerini, yazma eyleminin kimi yazarları intihara götürecek kadar güçlü olmasının kaynağını ve ruhsal yaşamla ne türlü bir ilişkide olduğunu detaylı bir anlatımla irdeliyor.
Green, 1927 yılında Kahire doğmuştur. Lise eğitimini de aynı şehirde tamamlamıştır. Tıp eğitimini Paris’te görmüştür. Sonra bir yıl Perray Vaucluse hastanesinde asistan olarak çalışmıştır. Asistanlığının ikinci yılında Sainte Anne hastanesine kabul edilmiştir. Fransız psikanaliz ekolünün pek çok ünlü ismiyle aynı dönemde bu hastanede çalışmalarını sürdürmüştür. 22 Ocak 2012 de Paris’te ölmüştür.
André Green, yirminci yüzyılın en önemli psikanalistlerinden birisidir. Psikanaliz kuramına yaptığı katkılar yalnızca Fransa’da değil tüm ülkelerdeki psikanalistleri etkilemiştir. Pek çok önemli soruların cevaplarının bulunmasını sağlamıştır.
Green, bu eserde çok büyük yazarların önemli bir kısmının en temel kaygısının edebiyat olmadığını belirtmiştir. Asıl meselenin zihinsel uğraşların hakiki nesnesi olan ruh içi gerçekliği metin üzerinden bir şeyleri iletmeyi denemek için bir aracı olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Proust, Conrad ve James gibi yazarların her biri için , “bilinç” bir keşif ve bir meydan okuma değeri taşıdığını söylemiştir.
Green’e göre, “ruhsallık edebiyatı içine alır, tersi değil.” Her yazar, aşkın bir işlevin taşıyıcısı olduğu ve bunun yazısından kaynaklandığı fikrine sahiptir.
Yazmak, bizi çok uzaklara sürükleyebilecek özel bir ruhsal işleyişten başka ne olabilir ki? Bir yazarın yaratma aşamasında çok derin ruh içi çatışmalara maruz kalmadığını kim söyleyebilir? Bir yetenek midir söz konusu olan yoksa başka bir şey midir? Peki, ruhsal yaşamın gerçekliği hakkında ne biliyoruz?
Green, “bilimin nesnesi fiziksel gerçeklikse, sanatın nesnesi de ruhsal gerçekliktir. Sanatta, arayan kişi ve arayışın nesnesi birdir” der. Mesela ressamlar, resim tarafından ele geçirilmiştir, aradı şey ise ruhun oluşturduğu renk ve desenleri tuvaline aktarmak ve ruh içi çatışmalarına bir son vermek ve yapıtını görünür kılmaktır. Bonnard’ın dediği gibi, “mesele hayatı resmetmek değil, resme hayat vermektir.”
Green göre edebiyatın gösterdiği şey şudur: Yazı, yazıyı her tarafından aşan bir ruhsal gerçekliğin sancılar içinde doğurduğu çocuktur ve mesele – yazının gerek söyledikleri gerekse de söylemedikleri arasından- o ” yazılamaz” olan şeyin ne olabileceğine ilişkin belirsiz bir kavrayışı edinmektir.
Sanatçı, sözcüklerin, renklerin ve notaların ifade edemeyeceği bir ruhsal gerçekliği düşler…
“En derin tekilliğimizin parçası olan ve bizi insanlığa ait genel bilgiye bağlayan şey ruhsal içeriği canlandırabilmemizi sağlayabilecek tek şey zihindir. Bununla birlikte her şeyi yok etmesi mümkün olan da yine zihindir” der Green.
Proust ayrıcalıklı bir yazardır. Yapıtlarının gerçek amacı ruhsal yaşamının derinliklerinden bir şeyleri geri getirmek istediğidir. Bir Arkeolog gibi zihnine doğru ince bir kazı çalışması yapar. Orada ortaya çıkan nesneye zarar vermemeye özen göstererek. Bu eylem kendinden geçmeyle sonuçlanabilecek kadar şiddetli bir biçimde yoğunlaşmayla olur. Belleği zenginleştiren şeyin zihinsel zamana doğru bir geçiş olduğu söylenebilir. Proust tam da bütün bunların ancak zamanın dışında var olabileceğini söylüyor. Julia Kristeva’nin gördüğü gibi,” zamanın geçişi derken zamanın kendisinden söz etmiyorum zamanın geçtiğinde olup bitenden söz ediyorum” der.
Green’in, Proust’un “Albertine Kayıp” eserine yorumu ise, “yapıtının merkezinde yer alan, unutuluştur, kavuşulan an değil. Unutmanın kaçınılmazlığı ve geçmişi anı yoluyla yeniden yaşatmanın imkansızlığıdır. Albertine sonsuza kadar kaybolmuş ve unutuluşa terk edilmiştir.”
Ruhsal yaşam ile metin arasında bir ayrım yapılabilir mi? Bazı yazarlar ruhsallığın iç dinamiğiyle diğerlerine göre fazla uğraşır. Bilinçdışının varlığıyla içlerinde nereden geldiği bilinmeyen bir güç olduğunun farkındadırlar. Kendilerinin maruz kaldığı bu gücü açıklamak için nedenler bulurlar. Ama Proust gibi yazarlar içlerindeki bu basınca daha çok zorlayıcı olarak yakalanırlar.
” Aşırı istilacı duyguları yazıya dönüştürmeden önce uzun bir kuluçka dönemi zorunludur. Hiçbir şey kaybolmaz” der Henry. Bu bekleyiş, anıları sanatsal malzemeye başka bir deyişle yazıya dönüştürecek olan uzun bir mayalanma bekleyişidir. Aklındaki sorulara bir cevap arayarak kendini sorgulamaya girişir. Onu geçmişe iten-sürükleyen-ruhsal işleyişin nedenleri bulmaya çalışır.
“Psikanalist kendini her şeyi bilen ermişten çok, yazarın seslendiği anonim okur tarafına yerleştirir” der Green. Bir yapıtı okurken, sözcüklerin ötesinde yer alan sezgisel bilgi, ruhsal düzeydeki gerçeklikle doğrudan temasa girdiği zaman o gerçeklikten etkilenir okur. Ruhun geçirdiği o dönüşümler heyecanlandırır sizi ve bazen sözcüklerle ifade etmekte zorlanırsınız. Aristoteles’ten beri bilinir ki: Kurgu, gerçeğe yakın olandan çok daha ikna edicidir. Çünkü yazının ötesindeki yaratıcılık sizi ele geçirir.
Bir eser yaratmak kendinden, dünyadan kaçış yolundan başka bir şey değildir. Belki de yazarlar kendilerinden bile kaçtıkları için başkalarına ulaşmaya çalışıyorlar. İçgüdüleri onları iki ayrı yöne çektiği için durmadan kendileriyle boğuşmak zorunda kalıyorlar. Zamanın içinden çıkıp başka bir boyuta, başka bir dünyaya, nesnelere, olgulara, eylemlere ihtiyaç duyuyorlar.
Sanatçı, yaratmak için yoğun bir konsantrasyon ve odaklanma eğilimine girmek zorunda hisseder kendini buna Psikiyatrik terminolojide, “disosiyatif durum” olarak tanımlanır; yani kişi bir anlamda kendisinden ayrılıp, mecazi olarak bir başka yere gider. Yani yazar bir başka gerçekliğe geçmektedir. O gerçeklikten kopup kendi yaşamına dönmesi kolay olmayacaktır. Kendiyle savaşmak zorunda kalacaktır.
Andreasen yaratıcılık sürecini ve yaratıcı kişinin özelliklerini üzerine değerlendirmeler yapmıştır ve yazarlarla yaptığı görüşmelerdeki alıntılar ise şöyledir: “Gerçeğin dışında bir duruma doğru kayıyorum”, “Bilinçli yazmıyorum. Sanki bir ilham perisi omuzlarımda oturuyor”, “Aklım gezintiye çıkmış gibi. Konuşurken bile!”, “Her zaman kendimi görünmez biriymişim gibi hissediyorum”. Freud yazma eylemini “Nevroza yakın bir delilik hali” diye tanımlamıştır.
Green’in, Proust, James, Conrad ve Beckett gibi yazarların biyografilerini okuduktan sonra şu sonucu çıkarır: Çeşitli biçimlere bürünen korkunç acılara eşlik ettiğini saptıyoruz. Organik lezyonları olmayan işlevsel tipte somatik hastalıklar, kaygılar, depresyon, yazıdaki karakterle özdeşleşme, hatta bazen hezeyan. Edebiyat dünyasında belki de bu nedenlerden dolayı çoğu yazar intihar etmiştir. Yazarları ölüm çalışmaya dalmışken yakalamış değil; yapıtları yaşamın şarkısını söylüyor bile olsa, önemli bir ölümcül boyut taşıyor oluşudur. Green bu durum için şöyle diyor: “ Benim varsayımım bu yazarların yazılarından hastalandıkları. Artık yazamadıkları için hastalanıyor değiller. Yazma arzusunun içlerinde kımıldattığı, yüzeye çıkardığı şey yüzünden, gömülmüş, bastırılmış olanı dirilten ve kışkırtıldıktan sonra, yazı malzemesi haline gelmedikçe onlarda huzur bırakmayan şey yüzünden hasta oluyorlar. Ruhsal bütünlüğün altüst olduğu ve çatışmanın ilk kurbanının yazı olduğu fikri kendini dayatıyor. Yazıların birinci nesnesi-bilinçdışı- ruhsal yaşamın kendisi. Ölüm ayırıncaya kadar. Burada yazının bedeli biçimsel başarının önüne geçiyor. Çalışmanın gizli yüzü, benliğin derinliklerinde, belleğin derinliklerinde, geçmişin yaralarının derinliklerinde, acılarını nerdeyse öldürmüş ve uyandırmış olan şeyin derinliklerinde arayışa çıkarak onları yazıya çevirmek. Bu ruhani durumla baş edemeyen ve intihar eden yazarlar; Nerval, Woolf, Jack London, Stefan Zweig, Sylvia Plath, Ernest Hemingway, Pavese gibi
“Ah! Şu kayıtsızlığın gücü! Budur taşlara milyonlarca yıl değişmeden dayanabilme olanağı veren” der Pavese.
Green, Conrad için yazma eylemini şöyle betimliyor: “deniz üzerindeki yaşamın yeniden inşasıdır, denizin hareketidir. Deniz, yazıdır.” Conrad kendini eleştirenlere şöyle bir yanıt verir: “Bana deniz yazarı, dönencelerin yazarı dediler; betimleyici bir yazar, romantik bir yazar ve aynı zamanda bir gerçekçi, ama aslında benim tüm derdim, şeylerin, olayların ve insanların ideal değeri olduğu. Bu, ve başka hiçbir şey değil ”der. Conrad, yapıtını meydana getirmeye çalışırken, kendini denetlenemez durumlarda sınamaya girişir ve tüm kişisel kaynaklarını seferber eder. Conrad kısmen de olsa bizim dünyamıza aittir. Bu dünyanın onun için değeri, zihin berraklığıdır. Yirmi yıl boyunca denizcilik yapıp, otuz yıl boyunca da yazmakla uğraşmıştır. O deneyimlerini yazmak için, yaşamak için olduğundan daha fazla zamana ihtiyaç duymuştur.
Conrad histerik yapıya sahip birisidir. Karısı yineleyen bir senaryosunu özellikle şöyle anlatıyor: Conrad davetlilerinin gelişini gözlemek için pencereye çıkar ve geldiklerini görür görmez koşarak yatağa girerdi. Başta karısıyla aşkı olmak üzere Conrad’ın aşkları hiçbir zaman mutlu aşklar olmamıştır.
Yunan trajedilerinde aşk daha karmaşık çünkü insanlar aşka katıldıkları zaman aşka kapılıp yollarını kaybettikleri zaman altından tanrılar çıkıyor. Phaedra’ya, Medes’ ya bakın… Tanrılar, nasıl ölümü bilmiyorlarsa, ayrılığın acısını da bilmiyorlardı.
Hikâyeler aracılığıyla, Yunanlılar kendi aralarında şöyle diyor: ” bu işin bir anlamı var“, ama bunun anlamı olduğunu söylemek, buna bir gerçekliğe inanıldığı gibi inanmak gerektiği anlamına gelmiyor. Yunan tanrılarının ölümsüz olmaları dışında her açıdan insanlar gibi olmaları arasında bir bağ kurmak gerekiyor.
Euripides’in Herakles’in Deliliği piyesinde, Herakles’in neden deli olduğu anlaşılmaz, ama sonra bir an gelir düşmanlarını öldüren Herakles kutsal bir ırmak olan İsmenos’un sularını kızıla boyayacağını söyler ve bu vahim bir hatadır. “Ne isterseniz yapın ama kutsal olana işinize bulaştırmayın” der.
Geren’ e göre, “Yunan trajedisi bize bilinçdışı fikrini masaya yatırıp ne olabileceğini kavramayı denemeye davet eder. Yunanların ve trajedinin bize öğrettiği şudur: Bir şeylerin olmasını istediğimiz gibi olmadığını, dilediğimiz yönde gitmediğini öğretirler bize. Ve soru hala ortadadır? ‘Tıkanmaya neden olan nedir’ “
Apollon’un Kassandra’ya verdiği ceza hakikati söylediğin halde kimsenin ona inanmaması cezasını vermiştir. Kassandra hakikatin bir kadının ağzından çıkmasının bedelini değil Apollon’un cezasının bedelini ödüyordur. Apollon’un vaatte bulunmuş ama çoğu histeriğin yaptığı gibi son anda geri çekilmiştir.
Nietzsche 1872 tarihli “Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe” derlemesinde, hakikati şöyle tarif etmiştir: “Hakikatler, yanılsama oldukları unutulmuş yanılsamalardır, duyumsanabilir güçlerini yitirmiş olan yıpranmış metaforlardır, yazı ve kabartmaları silinmiş ve artık para değil sadece metal olarak görülen paralardır. Yaratımın ve keşfin serbestçe işleyebileceği alanın felsefeden çok trajedinin alanı olduğunu, temsilin doğuşu ve daimon’u tanrıları mazeret göstermenin başlamasıyla birlikte, insanların kendi aralarında tutkulu ilişkinin sahneye konmasını sağlayan trajedi olduğunu belirtmiştir.
Son olarak Shakespeare’e gelecek olursak, onun dehası hiçbir şekilde açıklanamaz. Hiçbir kararsızlık yaşamadan ilerlemeye devam eder. O yapıtın oluşum anına gönderme yapan göstergeler topluluğu, bilinçdışı bir motorun işledi muhtemeldir. Yapıtları kullanabileceği, bastırabileceği, karşı çıkabileceği bir fantastik evrenden yola çıkar. Sonunda üç dünyaya varılır: gerçekliğin dünyası fantazmatik dünya ve sanat tarafından yaratılan dünya ve biz son ikisine birinciye o olduğundan çok daha fazla inanırız. Freud’dan beri biliyoruz ki fantazmatik dünya maddi gerçekliğin karşısına çıkarılan şu ünlü ruhsal gerçekliktir. Sanat dünyasına gelince aslında kabul etmek gerekir ki diğer ikisinden hiçbirine indirgenemeyecek üçüncü bir dünyadır o.
Nihai bir son olarak gözlerimizin gördüğü yansımalardan ibaret değil hiçbir şey. Ardında zihnin gördüğü yazıya, resme ve müziğe dönüşen ve yaratmaktan doğan o sancılı oluşumun aksettiği her şey. Bütün örtüleri kaldırıp o ölümcül şeye, mutlak yıkıma, dürtünün gerçekliğine, ruhsallığın bütününe, aklın hakikatine ulaşalım. Yaşama ve yaratma tutkusu ruh içi enerjisini bozan eylemsel gücü arasında bitmeyen bir savaştır ve bir nevi ölüm gibidir.
edebiyathaber.net (27 Mayıs 2022)