Yazarlar ne zaman yazarlar sorusunu kendime sorarım zaman zaman. Hem kendi yazın sürecimi incelerken, hem de yazma sürecinin inşasının yazarların hayatlarında kendine özgü hikayeler barındırdığını ve bunun yazma sürecinin temel taşlarından biri olduğunu düşündüğüm için.
Yazarın asıl işi midir yazma eylemi? Asıl iş denilen şeyle yazma arasında nasıl bir ilişki vardır? Yazarlık bir meslek halini alabilir mi? Alırsa ne zaman alır? Yoksa yazarlar yazabilmek için hep dış dünyada kendilerine iş bulabilmek ve kendilerine yazma alanları yaratmak zorunda mıdırlar?
Yazmak çok boyutlu bir eylem olsa da, yazma sürecinde yer alanları, tam zamanlı olarak yazanlar ve de dış dünyadaki fiziksel varlıklarını sürdürebilmek için, ilgilendikleri için ya da sadece başka bir şey daha yapmayı sevdikleri için başka bir dünyası daha olanlar ve bu dünyadan kalan zamanlarda yazanlar olarak ikiye ayırabilir miyiz?
Harper Lee ve Umberto Eco aynı tarihte yaşamdan çekildiler. Her ikisinden geriye kalan röportajlarda yazma zamanlarına ilişkin iki temel mesele vardı izlediğim. Harper Lee çalışmak için 1949’da New York’a taşınıyor ve bir bilet acentesinde çalışmaya başlıyor. Çalışmaktan yazmaya fırsat bulamıyor ama herkes onun yazıya düşkünlüğünü biliyor. Derken arkadaşları Michael ve Joy 1956 yılında ona inanılmaz bir Christmas hediyesi veriyor; verdikleri hediye Harper Lee’nin bir sene çalışmadan geçinebilmesini sağlayacak miktarda bir para. Hediyenin yanında bir de not var: “ Ne olursa olsun bir yıl işini bırak ve yaz lütfen. Christmas’ın kutlu olsun.” Bu Harper Lee için gerçekten büyük bir ödül oluyor ve kendisi bu ödülün karşılığını dünyaya “Bülbülü Öldürmek’i” yazarak veriyor.
Umberto Eco’nun başka bir hikayesi var. Ortaçağ estetiği ve göstergebilim uzmanı Umberto Eco, yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Thomasçılık akımı ve bu akımın estetik anlayışı üstüne yapıyor. Tarihçiliğinin, felsefeciliğinin yanında James Joyce üzerine de araştırmaları var ve bir söyleyisinde; “ben felsefeciyim; romanlarımı sadece haftasonları yazarım” diyor.
Harper Lee ve Umberto Eco iki ayrı uçta yazma örnekleri sergiliyorlar, Lee kendini sadece yazmaya verirken, Eco hayatının akademisyen kimliğini inşa eden zamanlarından kalan diğer zamanlarını edebiyata ayırıyor. Ve her ikisinin yaşam öykülerinin içinde yer açtıkları zamanların dünyaya sundukları hediyeler olarak ölümsüz kitaplar kazanıyor edebiyat tarihi.
Sosyal bilimlerdeki iş-yaşam dengesi kavramını, edebiyat ve yazı dünyasında gerçeklik-edebiyat dengesi olarak okuyorum zaman zaman. Kendi yaşamsal gerçekliğimizle edebiyatı buluşturabildiğimiz bir alan açabiliyorsak, edebiyatı ve yazma eylemini yaşamsal gerçekliğimizin ortasına koyabiliyorsak, bu iki yaşam alanı içiçe geçebiliyor ve ruhumuzu edebiyatla beslediğimiz saatler, yazabildiğimiz saatler kendilerini yaratıyor. Ancak gerçekliğimizin içine edebiyatı koyma biçimimiz bizden çok fazla zamansal fedakarlıklar istiyorsa, o noktada gerçekliğimiz çıldırmışlığımızın nedeni haline gelebiliyor. Keza bu gerçekliğin ta kendisi yazdırmayan, yazma zamanlarımızı çalan, bizi hayatın içine çeken ve çekildiğimiz hayatlarımızda yazacak ellerimizi başka bir işin ucundan tutan eller haline getiren bir gerçeklik halini alabiliyor. Yaşam karşısında yazıda kalmak hep bir mücadele alanı gerektiriyor o yüzden.
Ancak günümüzde de başka basamaklardan çıkarken ve o basamaklarda attıkları güzel adımlarla tanıdığımız ama aynı zamanda edebiyat dünyasının içinde de kalıcı yerleri olan pek çok değerli yazar var. Erendiz Atasü Türk Edebiyatı’na roman, öykü, deneme alanında pek çok eser kazandırmış, eserlerinde edebiyat ve kadın sorunlarını işleyen, akademik yaşantısını ise başka bir kolda Eczacılık Fakültesi’nde Farmakognozi ana bilim dalında devam ettirmiş Türk Edebiyatı’nın en önemli isimlerinden. Erendiz Atasü kendisiyle yapılan bir röportajda yazıyla ilişkisini şöyle anlatıyor:
“Benim için yazmak yemek yemek, uyumak gibi zorunlu bir yaşam faaliyetidir. Hem sığınağım, hem mücadele silahımdır. Her gün mutlaka bir şeyler yazarım. İlla roman ya da öykü pasajları değil, bazen günce, bazen deneme, makale; bazen mektup. Yazmadığım gün, düzenli spor yapmaya alışık bir insan bu eylemden mahsur kalırsa nasıl gövdesinde eksiklik hissederse, ben de öyle hem bedenimde hem duygularımda bir boşluk, bir yaşanmamışlık duyarım.”
Bu anlamda yazı aslında ona zaman ayrılan bir iş olmaktan çıkıp, kendi zamanını yaratan, benliğimize, varlığımıza, tırnaklarımıza yapışmış bir zamansızlık unsuru olarak karşımıza çıkıyor. O yüzden de yapılan başka bir meslek aslında yazıyı hayatımızdan çıkarmıyor, ancak başka bir alanda karşımıza çıkan yaşam deneyimleri hayatımıza yeni sözcükler kazandırıyor ve bunlar üstümüzde taşıdığımız, anlatılmak için zamanını bekleyen hikayelerimizden birinin sözcükleri olarak büyük denklemde yerlerini buluyor.
Şebnem İşigüzel, Sema Kaygusuz gibi yazarlar gerçeklik ve edebiyatı iç içe yaşarken, Murat Gülsoy Boğaziçi Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği Enstitüsü’nde öğretim üyesi olarak görev yapıyor ve biyofotonik alanında çalışıyor. Yaratıcı Yazarlık atölyesinde ders veriyor ve edebiyat dünyasına eserler kazandırmaya devam ediyor. Ve her iki grubu da örnekleyen daha pek çok yazar var.
Gerçeklik ve edebiyatın nerde iç içe geçip, nerde ayrıldığı, edebiyatın kendini yaşamımız içinde ne zaman görünür kıldığı ve ne zaman gerçekliğimizin bir parçası haline geldiği, yazmanın zamansızlığında saklı.
Bu anlamda yazmak, sözcüklerle yaşayanlar için kendi kendini yaratan bir süreç halini alıyor ve geride kalan her şey yaşantının bir başka düzlemini oluşturuyor.
Işıl Bayraktar – edebiyathaber.net (12 Temmuz 2016)