Göç kelimesi, çok boyutlu bir meseleyi içeriyor. İnsanların, savaş, doğal afet, devlet politikaları gibi nedenlerle bulundukları yerden başka bir yere gitmeleri olarak tanımlansa da kelime anlamından taşıyor. Çünkü göç pek sorunu beraberinde getiriyor. Öncelikle göç eden için bir belirsizlik var çünkü gittiğin yerin ne getireceği, ondan neler götüreceği, bu yolculuğu bir bilinmezliğe hapsediyor. Bunun yanı sıra hangi sebeple olursa olsun göç eden gittiği yerin “yabancı”sı olmaktan kurtulamıyor ve bu da pek çok varlık sorunu anlamına geliyor. Giden kişi geride kalanı belleğinin köşesine yerleştirse de, ev duygusu anlamını yitiriyor ve yaşamın belirleyicisi yollar oluyor. Çünkü ne olursa olsun dönüş ihtimali geri plana atılamıyor ve bu da bulunulan yere ait olamamayı, orada şimdiki zamanı tüketip, geleceği dönüşe, dolayısıyla yola odaklamak anlamına geliyor.
Metis Yayınları tarafından, Cevat Çapan çevirisi ile basılan, John Berger ve Jean Mohr imzalı “Yedinci Adam: ‘Avrupa’da Bir Göçmen İşçinin Hikâyesi’” adlı kitap, göç meselesini daha çok ekonomik sebeplerle bulunduğu yerden ayrılmak zorunda kalanlar üzerinden ele alıyor. Kitap, göçmen işçinin deneyimini, içeriden bir bakışla, alışık olduğumuz sosyolojik çerçeveden çıkararak, hikâye ederek anlatıyor denilebilir. Böylece göç, sadece ne kadar sayıda insanın bir yerden başka bir yere gittiğini anlatan, istatistik verisi olmaktan çıkıyor. Kitap, göçü empati kuran bir dile anlatırken, göçün pek çok trajediyi içerdiğini, bedenin, özellikle kitap özelinde işçi olarak gönderilenin bedeninin nasıl bir nesne gibi ele alındığını, yabancılık durumunun bireyi nasıl etkilediğini, yaşamı sadece çalışmak üzerine kurulu işçinin, kendine ait bir zamanı olamayışının onun nasıl robotik bir hayata ittiğini, her türlü eşitsizliğin en belirginini yaşamak zorunda kalışı, gitmeye yol açan nedenleri, bitmeyen hasreti gözler önüne seriyor.
Kitabın önemli özelliği de anlatılanı ayrıca fotoğraflarla öykülemek. Böylece okurken, bize ulaşan bir yüz, bir mimik veya çalışma koşullarını gösteren bir kare etkisini üzerinizde taşıyacağınız bir okuma deneyimi ortaya çıkarıyor.
“Yedinci Adam ‘Avrupa’da Bir Göçmen İşçinin Hikâyesi’”, bahsettiğimiz gibi özellikle ekonomik nedenlerle köyden kente veya bulunduğu ülkeden başka bir ülkeye göç etmek zorunda kalmış işçileri konu ediyor. Hatırlanacağı gibi 1960’lı yıllarda Türkiye’den Almanya’ya işçi olarak pek çok insan gönderilmişti. Bu insanlar için başlangıçta bir süre çalışıp para kazanmak ve geri dönmek, Türkiye’de iş kurmak veya fabrikalarda tecrübeli olarak işe başlamak gibi bir tahayyül vardı ancak işler öyle olmadı çünkü vaat edilen ile yaşanan arasındaki çelişki buna izin vermedi. İlk kuşağın yaşadığı sorunlar pek çok metne ve filme de konu olmuştur. Mesela ilk akla gelenlerden, Tunç Okan’ın (1974) yapımı “Otobüs”, Şerif Gören’in (1979) yapımı “Almanya Acı Vatan” isimli filmleri. Bu filmler aslında “Yedinci Adam ‘Avrupa’da Bir Göçmen İşçinin Hikâyesi” kitabıyla kesişen bir yerde duruyor. Kitabın önemi ise bu filmlerde konu edilenin bir film sahnesi olmadığı aksine göç edenlerin çok daha fazlasını yaşadığı yönünde bir fikir oluşturması. Daha iyi bir hayat umuduyla yola çıkan insanların, işçi olarak seçilme süreçlerinden, yola çıkış anlarına ve sonrasına dair anlatılanın gerçekliği okuyan üzerinde yoğun bir etki bırakırken, kitap bize ekonomik veriler, devletlerin politikaları, göçmen işçi ve yerli işçi ayrımı, eşitsizliğin nedenleri üzerine çokça düşünme fırsatı veriyor. Örneğin; yola çıkmadan önceki hastane süreci, insanların çıplak şekilde muayene edilmeleri, belki sağlam çıkmazsam diye dışarıdan başkasının idrarını alıp getirmeleri ve fotoğraflara yansıyan trajik bakış bizi etkisi altına alıyor. Böyle bir durumda öncelikle insanları bu kadar çaresiz hissettiren sistemi sorguluyorsunuz çünkü sizi nesne gibi gören, bedeninizi değersizleştiren, en kötü koşullarda çalışmak için sizi gönüllü hâle getiren kapitalizm. Bu durumun en belirleyici sebebi kapitalizmin bizi mahkûm ettiği fakirlik, kitapta bir ailenin yaşamı üzerinden durum şöyle tasvir ediliyor:
“Odanın ortalık yerinde bir çukurda bir başka odun ateşi yanıyor, ateşin içinde de iki büyük yassı taş var. Bu taşların üzerinde anne ekmek pişiriyor. Pişirilen ekmek yassı ve mayasız. Doğru dürüst pişmemiş, hamur kalmış bir ekmek bu. Annenin günde iki kere pişirdiği bu ekmek ailenin başlıca gıdası. Odada annenin dışında bir büyük anne, üç küçük çocuk, kundakta bir bebek, bir de öküz var. Hayvanın kaburgaları iyice çıkmış, derisi ise besinsizlikten ölü, kumaşsı bir görünümde. Yerde, öküzün yanında, saman ve gübrenin yaydığı hava daha sıcak olduğu için ortaya konan tahta beşikte iyice kundaklanmış bebek uyuyor. (Ne Beytüllahim’de İsa’nın doğduğu ahırın öyküsü ne de beşiğin üzerinde müzelerde görülen elle yapılmış çiçek süsleri oluşu kurtarabilir bu sahneyi)”
Biraz uzunca bir alıntı oldu ancak insanların ekonomik nedenlerle göç etmesinin nedenini anlatmak için gerekliydi bana kalırsa. Çünkü hiçbir şeyin kurtaramayacağı bu sahne onların ellerinde kalan tek şey olan bedenlerini ortaya koyarak göç etmesinin en önemli sebebini oluşturuyor. “Az gelişmiş” olarak tabir edilen ancak kitapta da işaret edildiği “az geliştirilmiş” ülkelerden “gelişmiş” ülkelere emek göçünün altında yatan böyle bir sebep var. Ayrıca metinde bahsedilen kapitalist ahlâk anlayışını da göz ardı etmemek gerekiyor. Çünkü buna göre: “Yoksulluk bir insanın ya da bir toplumun girişim yoluyla kurtulabileceği bir durumdur. Girişim ise kendi başına bir değer olarak verimlilik ile ölçülür. Bu yüzdendir ki az gelişmişliğin çözümü olmayan, kaçınılmaz bir yoksulluk durumu olduğu kapitalist mantığa sığmaz.” Böylece sistem kendi yükünü üzerinden atmış oluyor, sana şunu dayatıyor, fakir bir insansan veya ülkeysen bu senin suçun, daha fazla verimli olmalı emeğini son zerresine kadar sistemin hizmetine sunmalısın. Böylece her şeyini onun hizmetine sunup, olabildiğince kendinden vaz geçmelisin ki daha rahat koşullarda yaşayabilesin diyor bir bakıma. Çalışmak dışında başka bir şey düşünemez hâle gelmeli, sorgulamamalı ve tüm bunların yanında emeğinin karşılığını hiçbir zaman alamayacağını bilmelisin. Kitapta göçmen işçilerin görsellerle ve yazıyla anlatılan hikâyesi, onlara böyle bir yaşamın zorunlu kılındığına işaret ediyor.
Beden çalışma disiplini ile öyle kontrol altına alınıyor ki işçi için boş zamanlar, tatil günleri (ki belirlenmiş bir zamanı içerdiği için hiçbir zaman kendine ait bir zaman değil) yaşadığı yere yabancılıkla birlikte kâbusa dönüşüyor. Çünkü göçmen işçi için yaşam kendisinin dışında devam ediyor, ona ait ne bir zaman, ne bir mutluluk ânı ne de hayata dair olumlu bir his var. Onun tek kaygısı olabildiğince fazla para kazanmak, kendisine biçtiği orada olma zamanını en iyi şekilde değerlendirmek, bu nedenle kitapta onun durumu hapishanede süresini doldurmayı bekleyen bir mahkûma benzetiliyor. Yabancısı olduğu bu dünyada cezanın bitmesi yeterince para kazanmak böylece özgürlüğe kavuşmak anlamını içeriyor. Ancak pek çok başka metinde de konu edildiği gibi biliyoruz ki onun için artık dönüşte de yaşam bir yerli olma duygusunu hissettirmeyecek. Almanya’ya Türkiye’den giden işçiler hakkında yazılan pek çok metinde, “alamancı” tabirinin, onu başka bir yere konumlayan, dışlayıcı bir anlama geldiğinden bahsettiğini hatırlarsak, aslında göçen işçi için yaşamın artık dönüşü olmayan bir aidiyetsizlik ve dışlanma anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
Tüm bunlar düşünülünce nasıl isyan edilmez sorusu geliyor akla elbette. Bunun çok fazla sebebi var çünkü bir göçmen işçi bulunduğu ülkede hiçbir hakka sahip değil dahası en küçük bir başkaldırma durumunda başına gelecek şey sınır dışı edilmek. Sendikaların da bu konuda çok bir şey yapamadığını hâttâ başlangıçta onlara karşı çıktıklarını çünkü yerli işçilerin onlar yüzünden zarar göreceklerini düşündüklerinden bile bahsediliyor kitapta. Ki sendikalar böyle bir şeye girişse bile sadece dil bile anlaşmayı ve iletişimi zorlayan bir duruma sebep olabiliyor. Umutlarını sırtlarına yükleyip gelen bu insanlar için zaten korkulu bir hayat sürdükleri düşünülürse her bakımdan isyan etmenin, karşı çıkmanın, hak aramanın zor olduğu hissedilebilir. Bu nedenle göçmen işçi için böyle bir talepte bulunmak her türlü çetrefilli. Yerli işçinin de onu kendi sınıfının bir parçası olarak görmek yerine, hiyerarşik olarak kendisini üstün bir yere koyup, eşitsizliği derinleştirmesine de dikkat çekiliyor metinde ki bu da sorunun başka bir boyutu olarak karşımıza çıkıyor.
Yılın belli dönemlerinde memleketlerine dönen göçmen işçi için kendisi olabildiği, bir şeyleri başarmış olmanın hissini yaşayabildiği tek dönem bu tatil zamanları oluyor belki de. Getirilen hediye, genellikle köyden çıkıp gittiği için artık oranın yaşamından uzaklaşmış, takım elbisesi ve kravatıyla başka olarak dönmüş, takdir eden bakışı üzerinde hissetmiş olması ona biraz olsun kendisini hatırlatıyor. Ancak bu durum maalesef onun çıkmazını bir süreliğine engelliyormuş gibi görünse de sorunlarını çözmüyor. Kitabın şu cümlesinde ifade edildiği gibi: “Yurtsuz olmak adsız olmak demektir, O adı sanı olmayan bir göçmen işçi.” Çünkü ister İspanya’dan, ister Yunanistan’dan, ister Türkiye’den olsun göçmen işçinin eşitlendiği durum yurtsuzluk ve adsızlık olarak karşımıza çıkıyor.
Jean Mohr ve John Berger’ın “Yedinci Adam ‘Avrupa’da Bir Göçmen İşçinin Hikâyesi” adlı çalışması, yakın tarihten ve ilk kuşak göçmen işçilerden söz ediyor gibi görünse de ve biz bu konuyu artık daha çok giden ilk kuşağın sonraki kuşaklarla yaşadığı çatışmalar ve uyum sorunu üzerinden konuşsak da göçmenlik bir şekilde dünyanın gündeminde olmaya devam ettiği sürece, metin güncelliğini koruyacak bana kalırsa. Çünkü dünya göçlerin hemen ortasında bir yaşam sunuyor bize göçün sebebi ne olursa olsun, onu yaşayanların sorunları pek çok bakımdan ortaklaşıyor. Yabancılık, dışlanma, ırkçılık, gidilen yerlerde sınıfsal olarak en altta olma, kimsenin yapmadığı işlerin sana yıkılması gibi sorunlar ve daha pek çok sebep bu kitabın derdini hep gündemde tutuyor. Bu nedenlerle metin, fotoğraflardan bize uzanan o bakışlarla birlikte zihnimizdeki yerini daha uzunca sürdürecek dersek yanılmayız sanıyorum.
Emek Erez – edebiyathaber.net (3 Aralık 2018)