1968 yılının sonbaharında bir kitap yayınlanır. Kitabın yazarı bu kitabı bastırabilmek için bütün yaz teyzesinin eczanesinde çalışmış, açığını tamamlayabilmek için de yakın bir arkadaşının biriktirdiği harçlıklarına başvurmuştur. Kitap 1100 adet basılır ancak yüz tanesi dağıtılabilir. Bu kitap daha önce dergilerde yazıları yayınlanan genç bir yazarın ilk kitabıdır. Kitabın adı “Cumartesi Yalnızlığı”, yazarı da Selim İleri.
Edebiyat tarihine baktığımızda ilk kitaplarla ilgili bunun gibi bir çok ilginç anıya rastlayabiliriz. Kitabını ailesinden aldığı parayla bastıranlardan, matbaacı arkadaşının yardımıyla atık kağıtlara eserini basanlara, ödül kazanan kitaplar yayınlandığı için yarışmalara girenlerden, sayısız dosyası sayısız yayınevi tarafından kibarca ya da kabaca geri çevrilenlere, bir çok yazar ilk kitaplarının yayınlanması aşamasında farklı deneyimler yaşamıştır. Hiçbir sorun yaşamadan bir yayınevine gönderdiği ilk dosya ile ilk kitabına ulaşanlar da var tabii. Türkiye’de 1960’ların ortalarına dek yayıncılık işini birkaç yayınevi dışında matbaaların üstlendiği, bir çok yazarın ilk kitabını kendi olanaklarıyla yayınlattığı biliniyor. Hatta kitabını yayınlayabilmek için yayıncılık yapan isimler bile var. O yıllardan bu yıllara her on yılda bir köklü değişiklikler yaşamak zorunda kalan ülkenin, yayıncılığında da büyük değişiklikler oldu. 1961 anayasasıyla gelen özgürlükçü hava ile 1980 askeri darbesi sonrası yaşanan baskı ortamı arasında, kitap yayını açısından önemli farklar vardır. Türkiye’deki etkileri özellikle son on yıldır görülmeye başlanan, çoklu iletişim ortamının sanat üretimindeki etkileri elbette edebiyat üretiminde ve tüketiminde sahne alan aktörlerin de konumlarında değişimler yaratmıştır. Bu değişimlerin getirdiği farklı estetik önermeleri yayıncının, yazarın, okurun rollerinde, bir nesne olarak kitabın yapısında, pazarlamasında, tanıtımında ve hatta tüketiminde değişimler yaratmıştır. Bu değişimler kimilerince olumlu kimilerince olumsuzdur ve bu konudaki tartışmalar her dönem olduğu gibi bugün ve bugünden sonra da yapılacaktır. Ama bütün bunlara karşın değişmeyen şeylerden biri ilk kitap heyecanı. Sonuçta ilk kitap hem yazar, hem yakın çevresi, hem edebiyat çevresi, hem de okur açısından özel bir anlam taşımakta.
Memet Fuat, 1994’te Cumhuriyet’te yayınlanan bir yazısında dağıtımcı şirketlerin devreye girişinin yayımcı-kitapçı arasındaki güçlü ilişkiyi çökerttiğini söylemişti. Gerçekten de kitap sektörü her dönemde farklı sorunlarla ve özellikle de ekonomik sorunlarla baş etmek zorunda kalmıştır, bırakılmıştır. Bu sorunları elbette sektörün diğer aktörleri de yaşamaktadır ama sancıyı en derinden hissedenler yazarlar ve okurlardır. Bu da kaçınılmazdır, çünkü asıl üretim ve tüketim bu iki aktörde kendini göstermektedir. Çoğu ülkede yazarlar kitaplarıyla, dergilerdeki yazılarıyla, okuma seansları gibi etkinliklerle geçimlerini sağlayabilirken, ülkemizin de içinde bulunduğu kimi coğrafyalarda sektör başka kaynaklardan geçimini sağlamaya çalışan insanların ürünleriyle ayakta durmakta. Peki acaba böylesi bir durum ilk kitap heyecanı yaşayan yazarlarda nasıl bir izdüşümle kendini gösteriyor? Bu sorunun cevabını, okurun da düşünmesi gerektiğine inanıyorum.
İlk kitabın çıkışıyla birlikte bir değerlendirme ve ait olup olamama süreci de başlamış oluyor. Bu sürecin, yazarı, sınırlarını kendisinin belirlediğinin ötesinde bir yalnızlığa sürüklediği söylenebilir. Yapılan değerlendirmelerde hemen göze çarpanlardan biri bir sınıflama çabasıdır. İlk kitabıyla okuruna merhaba diyen yazarın, bir akımın, bir görüşün, bir geleneğin çerçevesi içinde değerlendirilmesine ve böylece okura daha kısa yoldan tanıtılmasına çalışılır. Bütün bunların ötesinde ilk kitap, yazarın türler, disiplinler ve üslup dışında bir üst kümeye dahil edilmesine yol açar: Genç yazar. Öyle ki bu genç yazar sıfatının yazarın adının önünden ne zaman kaldırılacağı, biyolojik yaşına bakılmaksızın, tanımı yapanların elinde bulundurulur. Sonrası da belirsiz. Olgun yazar mı olacaksınız, orta yaşlı yazar mı, yaşlı yazar mı? Yoksa bu sadece bir analoji mi?
Anton Çehov, 1886 yılında Marya Kiselyova’ya yazdığı mektupta bir öğütte bulunuyor: “Yazabildiğiniz kadar yazın!! Parmaklarınız kırılana dek yazın, yazın, yazın!” Edebiyatla okur olarak ya da yazar olarak ilgilenen herkesi etkileyecek bu sözlerle ilgili bir ilginç not da, yazarın bunları söylediğinde henüz yirmi altı yaşında olması. O güne kadar iki kitabı piyasaya çıkmış bir yazar ama öncesinde dönemin popüler dergilerinde dört yüzü aşkın kısa hikayesi ve anlatısı yayımlanmış durumda. Dergilerin yazara yaratıcılık konusunda daha geniş bir hareket alanı yarattıkları ve bir coğrafyanın edebiyatındaki dinamikleri belirlediği söylenir çoğu zaman. Dergilerin edebiyat dinamiklerinde ve özellikle yazın dünyası ile her anlamda tanışmak isteyen okurların ve yazar adaylarının gözündeki yeri tartışılmaz.
İlk kitaplar, yazarların, kitap okurunun ve değerlendirmelerini kitap üzerinden yapan edebiyat dünyasının önüne ilk çıkışları olarak görülür. Oysa yazarın o kitaba gelene kadar arkasında bıraktığı hiç de bir arpa boyu yol değildir. Çetin, sorunlu, belirsiz bir yolculuktan sonra eline almıştır ilk kitabını. Hatta bu ilk kitap çok uzun süreli bir çalışmanın, yılların getirdiği birikimin yansıması olduğu için de beklentileri, umutları olası sonraki kitaplarından farklıdır. Belki de en büyük beklentiler ilk kitabın yaşattığı beklentilerdir. Peki gerçekten de “Bir gün bir kitap yazdım, büyün hayatım değişti,” dedirtir mi ilk kitaplar?
Başlangıçlar güzeldir. Başlayacak cesareti olana…
Yazan: Yekta Kopan – filucusu.blogspot.com (12 Mart 2012)