Dilge Güney, çocuk edebiyatının üretken isimlerindendir. İlk olarak “Annemin Çocukluğu Nerede?” adlı kitabıyla tanımıştım kendisini. İlginç tasarımı ve ele aldığı konuyla hâlâ hafızamda tazeliğini koruyan bir kitaptır. Sonrasında “Muti’nin Maceraları”nı ve “Hayalbazlar Geçidi”ni okudum yazara ait kitaplardan. Tatmin etse de “Annemin Çocukluğu Nerede?”nin önüne geçememişlerdi. Farklı yaş grubuna hitap eden “Peribacasının İçinde Ne Var?” çıkageldi sonra. İster istemez temkinli yaklaştım bu kitaba da. Acaba o kırmızı kapaklı kitabı unutturacak mıydı bana? Açıkçası Dilge Güney’den daha başarılı bir çalışma beklerdim. Fakat yaş grubu farklı olduğu ve bu gruba yönelik ilk deneme olduğu için beklemekte yarar var diye düşünüyorum. Kitap özenli ve incelikli bir çalışmanın eseri olduğunu hissettirse de tam anlamıyla tatmin edememişti beni.
Şimdilerdeyse yine başka bir yaş grubuna yönelik (12+) bir kitapla selamlıyor okurlarını yazar. “Son Yelkovan” önümdeki kitabın adı. Yakın Kitabevi Yayınları tarafından yayımlanmış. “Yazarlık hayalleri kuran bir ergenle karşı karşıyayız kitapta. adı Anka. Kitaplarını hayranlıkla okuduğu Biranda Sarin’le karşılaşır bir gün metroda. Bir heyecan, bir telaş… Tüm cesaretini toplayarak selamlar ünlü yazarı. Anka ve Biranda Sarin kısa sürede dostluğa dönüştürürler bu tanışıklıklarını. Fakat Biranda, bir anda silinir yeryüzünden. Nasıl olur, nereye gider, bu yaşananlar nedir, diye sorgularken okur, Anka da ailevi sorunlarıyla boğuşmaya devam eder. İlk aşkın çıkmazları, dünyanın karmaşası da cabası. Tüm bunlara kapılmış giderken bambaşka bir kurgunun içine düşüyoruz. Aslında geçiyoruz o kurgudan. Geçtiğimizin de hiç farkına varmadan. Dilge Güney o denli yumuşak bir geçiş yapmış ki, kitabın içinde başka bir kitaba sokuyor okurunu. Anlatılanları okurken zaman zaman duraklama olası. Kurgunun içindeki gerçek hangisi kurgu hangisi, nerede başlıyor nerede bitiyor. Son ana dek anlayabilmek mümkün değil. Hatta kurgu içinde bir kurgu olduğunu anlamak bile mümkün değil. Labirent gibi bir kitap “Son Yelkovan.” Anka’nın kitapta söylediği şu sözler kitabın en kısa özeti aslında: “Ben kurgunun nerede başladığını düşünüp aklımın labirentinde kaybolurken…”
Dilge Güney, sekiz yaşında başlamış öykü yazmaya ve hiç bırakmamış bugüne dek. Evrenin çözülemeyen sırlarının peşinde koşadursun yazar. Uzay ve yıldızları da kapsayan yeni kitaplar yazar belki bizim için.
Son Yelkovan su altı bahçelerinde, zamansız diyarlarda gezdiriyor okurunu. Fantastik edebiyata ilgi duyanlar için “olağanüstü” olmasa da başarılı bir örnek.
Canım Ağacım
“Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” der büyüklerimiz. Doğru bir söz, haklı bir tespittir bu. Peki, arkadaşımızın bir ağaç olduğunu söylersek! Dünyanın hızla yozlaştığı, renklerin hızla kirlendiği ve birinciliğin de beyaza verildiği bir ortamda belki de en iyi seçimdir, kim bilebilir ki?
Jacques Goldstyn’in yazıp resimlediği, Mehmet Erkurt’un dilimize çevirdiği “Canım Ağacım” bir ağaçla arkadaş olmanın güzelliğini gösteriyor bize. “Diğerlerine benzemeyen bir çocuksanız ve bunu pek de umursamıyorsanız, pekâlâ bir ağaçla arkadaş olabilirsiniz. Yaşlı bir meşe ağacı olan Bertolt, çocuk için yalnızca bir saklanma yeri değil, aynı zamanda bir labirent, bir kaledir. Bir gün yeniden bahar gelir ama Bertolt’un dalları bir türlü tomurcuklanmaz. Bir kedi ya da bir kuş öldüğünde ne yapılacağını bilirsiniz. Peki ya bir ağaç öldüğünde?”
Sahi ne yaparız bir ağaç öldüğünde? Odun, mobilya, kürdan… Kahramanımızınsa farklı bir düşüncesi var. O ağacından ayrılmak istemiyor. Bulduğu çözüm bir çocuk masumluğuna yaraşır sevimlilikte. Canım Ağacım uzun süredir karşılaşmadığım bir sıcaklığı hissettirdi. Hani bazı kitapları yüreğimizde hissederiz ya… İşte öyle. Ağlamaklı olmakla gülümsemek arası bir çizgide bıraktı beni son bölümde. Kısa bir sinema filmi gibi aktı geçti gözlerimin önünden. Goldstyn’in Can Çocuk’tan yayımlanan “Canım Ağacım”ı mutlaka okunmalı.
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (17 Aralık 2018)