Edebiyatı yaşamın en geniş anlamda bir temsili olarak gördüğümüzde, yaşamın en temel kurucu öğelerinden olan yeme-içme ediminin bu temsiliyet içinde yer alması bize son derece doğal ve neredeyse kaçınılmaz görünür.
O kadar ki, yeme-içme ediminin zihinlerde uyandırdığı imge, sadece edebiyatta değil felsefi ya da dinsel hakikat kavramının ortaya konduğu kimi yapıtlarda da kendine bir yer bulmuştur. Sözgelimi, Platon’un güzellik kavramını ele aldığı ünlü diyaloğu, Şölen başlığını taşır. Zaten yapıtın adının antik Yunancadaki karşılığı olan Sumposion da etimolojik olarak, “syn” ve “potes”; yani, “birlikte içki içenler” anlamına gelen sözcük gruplarından oluşur. Beri yandan, Leonardo da Vinci’nin İsa’yı havarileriyle birlikte resmettiği ünlü tablosunun adı, bilindiği gibi, Son Yemek’tir. Yeme-içme edimi bir hakikatın korunup taşınmasına ilişkin simge işlevi görür ve keza, Kudas ayininin esasını oluşturan şarap ve ekmeğin, İsa’nın eti ve kanı olduğu varsayılır.
Bakış açımızı salt edebiyat alanıyla sınırlandırdığımızda ise, engin bir görünüm zenginliğiyle karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Yeme-içmenin çeşitli ülke edebiyatlarında kapladığı yer, hiç kuşku yok ki, hem söz konusu ülkenin özgül ethosuna hem de yazarların edebiyat anlayışlarına bağlı olarak, önem açısından farklılıklar gösterir. Sözgelimi, İnsanlık Komedyası adlı yapıtıyla XIX. yüzyılın ilk yarısının büyük bir toplumsal panoramasını çizmiş olan Balzac, gerçek yaşamında ortaya koyduğu oburluğu –bir oturuşta bir kuzuyu yediği ve günde 40-50 bardak kahve içtiği rivayet edilir!– neredeyse harfi harfine kahramanlarına da yansıtmış gibidir. İşte kahramanlarından birine ilişkin çarpıcı bir betimleme: “Armutlar ve güzel şeftalilerden oluşan bir piramidi görünce dudakları titriyor, gözleri mutluluktan ışıldıyor, elleri sevinçle ürperiyordu… Kravatı çıkarılmış, gömleği açık, meyve bıçağı elinde, gülüp içerken, tatlı ve sulu bir yağ armudunun etini keserken bitkisel bir pantagrüelizmle kasılıyordu.”1 Evet, Balzac’taki neredeyse kösnül diyebileceğimiz bu boğazına düşkünlük, hiç de anlamsız olmayan bir sıfatla, “pantagrüelizm” olarak nitelenmektedir. Yani, edebiyatın bir başka büyük oburunu yaratmış olan, XVI. yüzyılın ünlü taşlamacısı François Rabelais’nin dev kahramanının adıyla.
“Çaya batırılmış madeleine kurabiyesi” metaforuyla edebiyatın belki de zihinlerde en çok yer eden simgesel yiyeceğine bir çeşit isim babalığı yapan Marcel Proust’un ırmak romanı Kayıp Zamanın İzinde ise, neredeyse bitip tükenmez bir yeme-içme’ler silsilesidir. Madam Guermantes’ların ya da Madam Verdurin’lerin evlerinde, yüksek sosyal katmanlara mensup birtakım kişiler sürekli olarak bir şeyler yerler içerler ve tabii ki bu arada yaptıkları dedikoduları yiyip içtiklerine katık ederler. Öte yandan, Proust’ta, yeme-içme’ye ilişkin herhangi bir betimleme, geçmişi yeniden canlandırmaya yönelik bildik söylemin dolaylı anlatımı da olabilir. İşte tek bir şeyin bile gözden kaçırılmadığı titiz bir ayrıntı düşkünlüğüyle, mutfak atmosferine ilişkin tipik bir Proust cümlesi: “Ben menüyü öğrenmek üzere mutfağa indiğim saatte, yemek hazırlıklarına başlanmış olurdu; devlerin aşçılık ettiği masal âlemlerindeki gibi birer çırağa dönüşmüş olan doğa güçlerine hükmeden Françoise, kömürü karıştırır, patatesleri buhardan geçirir, iri teknelerden, karavanalardan, kazanlardan, balık tencerelerinden av etinin piştiği çömleklere, pasta kalıplarına, küçük krema çanaklarına kadar çok çeşitli seramik kaplarda, her boydan tencerelerde önceden hazırlanmış olan mutfak sanatı şaheserlerini, ateşte tam kıvamında pişirerek tamamlardı. Bulaşıkçı kızın ayıkladığı, bir oyuna ait yeşil bilyeler gibi masanın üzerine dizilmiş bezelyeleri durup seyrederdim; fakat asıl hayranlık duyduğum, başaklarındaki incecik eflatun ve gök mavisi çizgiler, aşağıya-hâlâ fidanın toprağının durduğu- diplere indikçe, sanki bu dünyaya ait olmayan menevişlenmelerle ton ton açılan, koyu mavi ve pembeye bulanmış kuşkonmazlardı.” (s. 125)2
Yirminci yüzyılın çığır açmış bir başka yenilikçi yazarı James Joyce ise, Ulysses’de çizdiği fazlasıyla sansüel Leopold Bloom portresi aracılığıyla, yediği şeylerin maddeselliğiyle adeta özdeşleşen haz düşkünü bir kişilik yapısını resmetmiştir. Kitabın II. bölümünün başından son derece çarpıcı bir betimleme: “Mr. Leopold Bloom kasaplık hayvanların sakatatıyla kümes hayvanlarının iç organlarını büyük bir iştiha ile yedi. İçine ciğeri kıyılmış koyu kıvamlı tavuk çorbasına, yenilmesi kıtır kıtır taşlıklara, fırında yürek dolmasına, dilinip ekmek kırıntısına bulanarak kızartılmış karaciğere, morinabalığı yumurtasının tavasına bayılırdı. Hepsinden çok, damağını belli belirsiz yakan hafif idrar kokulu koyun böbreği ızgarasını severdi.” (s. 85). Ulysses’te, ayrıca bol bol yulaf lapası yenir ve viski içilir. Ulysses’in neredeyse her satırına sinen bu içkin dünyevilik, sözgelimi şu alıntı örneğinde olduğu gibi, ironik bir zıtlığı özellikle vurgulamak için kullanılmaktadır. Stephen, süt satan yaşlı bir kadından söz etmektedir: “Kadının, kendisinin olmayan, mis gibi bembeyaz sütü ölçeğe sonra da tencereye döküşünü izledi. Kupkuru sarkık memeleri. Ardından bir ölçek dolusu daha ve biraz da cabası. O yaşlılığı ve gizemiyle bir sabah dünyasından gelmişti içeriye, belki de bir haberci. Sütün güzelliğini övüyordu, dökerek sunduğu. Şafak sökerken bitek bostanında çömelmiş, zehirli mantarının üzerinde bir cadı, kırış kırış parmaklarıyla hayvanın memlerinden ha babam süt fışkırtıyor…” (s. 42)3
Edebiyat tarihinde, yeme-içme konusundaki özel tercihlerini, bilerek ya da bilmeyerek, kahramanlarına yansıtmış olan kimi yazarlar da vardır. Sözgelimi, ömrü boyunca kabuklu deniz ürünlerini yemekten vebadan kaçar gibi kaçmış olan Sartre, Bulantı adlı romanının kahramanı Antoine Roquentin’e, romanın başlarında son derece anlamlı şöyle bir söz söyletir: “Bizi korkutan yalnızlığıydı. Kafasında çağanoza, ıstakoza benzeyen korkunç düşünceler kurduğunu sanıyorduk.”4 Sartre, bir Venedik gezisi sırasında, Simone de Beauvoir’a, dozunu kaçırarak aldığı meskalinin etkisiyle, kendisini günlerce bir ıstakozun izlediği sanısına kapıldığını da söylemiştir. Beri yandan, domatesi ağzına neredeyse hiç koymaması, meyvelere ve bitkisel âlemin çoğu ürününe soğuk bakması, buna karşılık, kendi gösterdiği gerekçelerle insan eliyle işlenip doğanın hamlığından uzaklaştığı için şarküteri ürünlerine özel bir eğilim duyması, keza kültür denilen şeyin izini daha fazla taşıdığı için pasta, kek gibi yiyecekleri ömrü boyunca çokça tüketmiş olması, yeme-içme konusundaki özel yeğlemelerinin ilginç göstergeleridir.
Öte yandan, yeme-içme edimi, kimi zaman yergisel kimi zamansa mitik bir bakış açısının dolaylı taşıyıcısı olarak da yer almıştır edebiyatta. İlkine gayet anlamlı bir örnek olarak, Julian Barnes’ın 101/2 Bölümde Dünya Tarihi adlı romanını verebiliriz. Barnes, Nuh efsanesini hicvettiği romanın ilk bölümünde, hikâyeyi anlatan iki tahtakurdunun gözünden, ünlü gemideki hayvanların akıbetine ilişkin olarak şu matrak gözlemi aktarır: “Tufan yatıştıktan sonra yiyecek bir şeyleri olsun istemişti. Sular altında geçirilen beş buçuk yıldan sonra sebze bahçelerinin çoğu süpürülüp gitmiş; geriye kala kala sadece pirinç tarlaları kalmıştı. Bu yüzden çoğumuz da Nuh’un gözünde iki ayaklı, dört ayaklı ya da bilmem kaç ayaklı müstakbel yiyeceklerden başka bir şey olmadığımızı biliyorduk. Şimdi olmasa bile, daha sonra; bizler olmazsak, çocuklarımız. Tasavvur edebileceğiniz gibi, hoş bir duygu değildi bu. Nuh’un Gemisi’nde bir paranoya ve korku atmosferi hüküm sürüyordu. Bundan sonra sıra hangimize gelecekti acaba? Bugün Ham’ın karısının hoşuna gitmeyecek olursanız, yarın akşam yahniniz yapılmış olabilirdi…” (s. 29)5 Ya da, Michel Tournier’nin Kızılağaçlar Kralı adlı romanında görüleceği üzere, yeme-içme edimi, masalımsı mitik bir söylemin doğrudan harcını oluşturmuş olabilir. Romanın kahramanı, Abel Tiffauges, körpe çocuk etleriyle beslenen tenobur bir devdir ve yeryüzündeki tüm olayların kendi yaşamındaki gelişmelere göre biçimlendiğine inanır.
Yeme-içme, edebiyatta, bohem yaşamın vazgeçilmez bir öğesi olarak da yer almış ve bu tür yaşam sürmüş olan edebiyat adamlarının yazı çizilerinin sürekli olarak başat konusunu oluşturmuştur. Türk edebiyatında, sözgelimi Fikret Adil’in kaleme aldığı bohem yaşam anıları, buna güzel bir örnektir. Bu anılarda, işret sofralarından, yazarların başından geçen binbir türlü matrak olaydan, çapkınlık serüvenlerinden, bitip tükenmez para ve yazma sıkıntılarından söz edilir. Keza, Cumhuriyet Meyhanesi’ni ikinci evi bellemiş olan Sait Faik de, gündelik yaşamı temel alan yazarlık malzemesinin önemlice bir kısmını, meyhanelerde geçirdiği bu bohem yaşantılardan devşirmiştir. Bu bağlamda adını anabileceğimiz Salah Birsel’in Kahveler Kitabı ile onun bu türdeki diğer kitapları, yeme-içme kültürümüze ilişkin oldukça panoramik bir tarihçe verir. Edebiyatın nabzı, sözü sürekli edilen bu Beyoğlu kahvelerinde atar. Eskilerden Ahmed Rasim de bu konularda bir hayli kalem oynatmıştır. Aynı şey, hiç kuşkusuz, yabancı edebiyatlar için de geçerlidir. Gertrude Stein’ın yüzyıl başı Paris’ine değinen anılarında hep gidilen kafe’lerden ya da yeme-içme’nin gırla gittiği partilerden söz edilir. Dünya edebiyatından çarpıcı bir başka örnek vermek gerekirse, bir hayli yeme-içme düşkünü bir yazar olarak tanınan Ernest Hemingway, otobiyografisine A Moveable Feast başlığını vermiştir. Bu başlık “tarihi sürekli değişen şenlik” anlamına gelir ve Hemingway otobiyografisinde, “denizi seyretmeye ve de metalik bir tat taşıyan istiridyeleri yerken mutlu olmaya, planlar yapmaya başladığından” dem vurur.
Yeme-içme, yaşamın olmazsa olmaz en temel öğesi olduğuna göre, içinde yeterince yenilip içilmeyen bir edebiyat yapıtının en azından ne denli gerçekçi bir sanat eseri olduğunu ciddi ciddi merak edebilir ya da sorgulayabiliriz. En iyimserinden en kötümserine, en enerjik olanından en uyuşuk görünümlüsüne kadar ayrıcasız tüm kurmaca karakterler, yaratıcılarının kalemiyle hayat buldukları kâğıt üzerinde bir şekilde devindiklerine göre, bulundukları evren düşsel de olsa, haklı olarak, acaba bu düşsel değirmenin suyu nereden gelmektedir, karnı aç olanı daha umutsuz, zengini ise daha neşeli ve enerjik yapan şey nedir? diye sorabiliriz. Yeme-içme etkinliğinin, genel olarak, kahramanların ruhsallıklarının bir çeşit altyapısını oluşturduğunu varsaydığımız için bu mantık gereğince kendimize şu tip kışkırtıcı sorular yöneltmek bile belki de hiç saçma olmaz: Acaba intihar etmeye karar vermiş olan genç, yoksul ve umutsuz roman kahramanı, şöyle bir süre mükellef sofraların başına oturtulmuş olsaydı, intihar kararını en azından bir süre için erteleyebilir miydi? Birer fantezi niteliği taşıyan bu tür varsayımsal sorular, hiç kuşkusuz, mizahi ya da natüralist bir edebiyat anlayışını benimsemiş yazarlar açısından çok daha anlamlıdır. Sözgelimi, XIX. yüzyılın bu tür evrimci bir anlayışı benimsemiş romancısı Emile Zola, kahramanların edimlerinde içinde yaşadıkları çevrenin rolüne her şeyin üstünde önem verdiği için, intiharı çok daha determinist bir çerçevede ortaya koyup açıklamayı esas alabiliyordu. Aslında, natüralist roman anlayışı paradigmasına hâkim olan kavram, daha çok, nedensellikti, bu bakımdan da mutsuz kahramanın karnının aç olması daha anlaşılır bir şeydi. Öte yandan, Beckett gibi minimalist olarak niteleyebileceğimiz bir yazar, “dil balığı”na fena halde düşkün olma konusundaki kendi kişisel beğenisini bir romanındaki işsiz güçsüz bir karaktere yansıtarak bu nedensellik doğrultusunu enikonu tersyüz edebilmiş, yani, bir anlamda, bu gastronomik göstergeyle, kahramanlarının, her şeyin her şey yerine geçebileceği absürd bir dünyanın içinde var olduğunun altını farklı bir şekilde çizmiştir. Kısacası, yeme-içme etkinliğinin edebiyata yansıması, yazarın benimsediği ideolojiden, dolayısıyla da estetik bakış açısından ayrı düşünülemez.
Gastronomi, hedonist bir dünya anlayışının en temel yapıtaşlarından biri olduğu için, boğazına düşkün kimi devlet edebiyat adamları, mutfak sanatına kendi çaplarında katkılarda bulunmuşlar ya da o sanat içinde adeta eleştirel ve aykırı bir sesin sözcüsü olmuşlardır. Sözgelimi, “kalın sığır pirzolası filetosu” olan “şatobriyan”, Fransız yazar François-René Chateaubriand’ın adından gelir. Keza, parça parça kesilip sütü kesilmiş kaymak sosunda pişirilmiş olan sığır kızartması “boeuf Stroganof”un kökenininde Rus diplomat, Kont
Pavel Aleksandroviç Stroganof vardır. Kumar masasından gün boyu bir türlü kalkamayan 4. Sandwich Kontu, aynı ismi taşıyan yiyeceğe isim babalığı yapmıştır.
Alexandre Dumas’ın Prusya Majestelerinin ahçıbaşısından, Moskova usulü bir “ayı pençesi bifteği” tarifi aldığı rivayet edilir. Bu bilginin kaynağı olan ve yakınlarda yayımladığı The Pedant in the kitchen [Mutfaktaki Ukala]6 başlıklı kitabıyla, geleneksel mutfak kitaplarının “ölçü anlayışlarına” savaş ilan eden Julian Barnes ise mutfakta “kaygılı bir ukala” olduğundan, gaz ölçülerindeki ve malzemelerin ağırlığındaki kesinliğe aşırı derecede duyarlı olduğundan dem vurur. Kendisinden çok aletlere güvenmektedir o.
Julian Barnes’a göre mutfak kitabı yazmaya soyunmuş biri, verdiği tarifteki bir malzemenin, sözgelimi bir çorba kaşığı mı yoksa bir tatlı kaşığı kadar mı ekleneceğini, mutlak şekilde belirtmelidir. Çok sıkça görüldüğü üzere, “bir kaşık ya da bir avuç dolusu ekleyin” gibisinden muğlak mı muğlak ifadeler Barnes’ı sözcüğün gerçek anlamında ifrit etmektedir. Öyle ya, bu tarifi veren adamın yahut kadının fırın küreği gibi elleri varsa, o zaman ortaya çıkan şey ne olacaktır? Barnes’ın mutfakta ukalalıktan anladığı, mutfak sanatının vazgeçilmez matematiğidir. Ona göre, bir tarifteki bir sözcük bir romandaki bir sözcükten daha az önemli olmamalıdır. Bunların birincisi nasıl zihinsel hazımsızlığa yol açıyorsa, ikincisi de fiziksel hazımsızlığa yol açabilir…
Mutfak sanatına olan ilgisinin gençlik yıllarında ev ziyaretleri sırasında keşfedildiğini ama gastronomi hobisini yine de geç edindiğini söyleyen Julian Barnes, babasının bu gelişmeyi, daha önce Komünist Manifestosu’nu okurken görüldüğü ya da kendisi babasını Bartok’un yaylılar dörtlülerini dinlemeye zorladığı zamankine benzer ılımlı ve liberal bir kuşkuyla gözlemlediğinden dem vuruyor. Barnes’ın ahçılık serüveni bu hobiyi edinen çoğu kişide olduğu gibi iniş ve çıkışlarla doludur. Sözgelimi, mutfak kapısının kasasına çivileyerek derisini yüzmeye çalıştığı bir yılanbalığı yemeğinin ilk ve son girişimi olduğunu buruk bir hayal kırıklığıyla anar ya da ana malzemeleri uskumru, Martini ve ekmek kırıntısından oluşan bir mönüde konuklarını doyurmaktan çok sarhoş ettiğini yerine yerine dile getirir ama, sofrasında oturma onuruna erişmiş bu satırların yazarının kendi kişisel gözlemlerine göre, Julian Barnes’ın ahçılığı yazarlığından hiç de daha az ilginç ve daha az özgün değildir.
NOTLAR:
1—Balzac: Gaëtan Picon; Ecrivain de toujours, Seuil.
2—Kayıp Zamanın İzinde: Marcel Proust, çeviren: Roza Hakmen, YKY.
3—Ulysses: James Joyce, çeviren: Nevzat Erkmen, YKY.
4—La Nausée: Jean-Paul Sartre, Gallimard; Folio.
5—101/2 Bölümde Dünya Tarihi: Julian Barnes, çeviren: Serdar Rifat Kırkoğlu, Ayrıntı Yayınları.
6—The Pedant in the Kitchen: Julian Barnes, Atlantic Books, 2003.
Serdar Rifat Kırkoğlu
Bu yazı ilk kez Kitap-lık dergisinin 78. sayısında yayımlanmıştır.
edebiyathaber.net (17 Mayıs 2012)