İyi dil bilen yazarların çevirilerini okumak zevklidir; onlarda dil duyarlığı vardır ve metinleri çeviri kokmaz. Tomris Uyar böyle bir çevirmendi; Pınar Kür böyle bir çevirmendir; İlknur Özdemir de öyledir. Virginia Woolf’tan Günter Grass’a; Ingeborg Bachmann’dan Kafka’ya pek çok yazarın modernist ya da postmodernist diyebileceğimiz yapıtlarını dilimize kazandıranlardan olan İlknur Özdemir’in kaleminden ilk kez okuyorum, günümüzün bir hikâye yazarını : Judith Hermann’ı: ‘’Sadece Hayaletler, Ötesi Yok’’. Sapsade bir dil ve yalın bir kurgu ile yazılmış bu hikâyeleri edebiyatbilimsel sınıflandırmalarla açıklamak zor.
Ne hayatın bir gizini beynimizde aniden aydınlatan ışıltılı bir metafora, ne derinlemesine bir kişilik analizine rastlıyoruz, metinlerde. Günümüzün ‘’moda yöntemlerinden (!)’’ küfür ve argoya başvurma ucuzluğuna da gönül indirmeyen bu hikâyelerde okuru çeken nedir ? Sis gibi metne dolan gizli bir hüzün… Öykü kişisinin içselliğindeki yaşam tortusu, yazarın son derece farkında olduğu ama öykü kişisinin bilincine varamadığı ya da varmak istemediği bulanık birikim… Judith Hermann elbette çözümlemiştir kahramanlarını, ancak kendisi aradan çekilerek, onların bulanık belleklerinin diliyle konuşur.
Mekân günümüz Avrupası, kişiler Avrupalı gençler, çoğu sanatçı ya da bir biçimde sanatla ilgili. Metinler uzun; Alice Munro’nun hikâyeleri gibi bir yerden başlayıp bambaşka bir yere varan hikâyeler bunlar. Acaba öyle mi? Hayır. Munro’nun hikâyelerinde hayatın bireyi değiştiren devingenliğini buluruz. Burada ise birey hikâyenin başında nasıl bir psikolojik durumda ise, başına bir çok şey geldikten sonra, hikâyenin sonunda ayni psikolojidedir. Birey, hayatın selli yağmurunun içinden geçip giderken, sanki sırtına su geçirmeyen bir yağmurluk giymiştir… Hikâyelerin çoğu genç kadınların bakışından dile gelmektedir. Heyacansız bir dildir bu, yeterince kararlı değildir, tutkulu da değildir; duyarlı ve biraz kırıktır, kabul etmek istemediği incinmişliğine dayanmak için kullanmaktadır, sanki yaşam enerjisini.
Mekân birleşmiş Avrupa’dır, ama günümüz dünyasında neoliberalizmin sürekli olmayan işlere dayanan mekanizmasının geçerli olduğu herhangi bir yer olabilir; bu gezegenin üstünde herhangi bir yer… Süreksiz işler, devamlı değişen adresler, değişen eşler, aile içinde yabancılaşan kuşaklar, bütün bunlara koşut gelişen sorumluluk yitimi… Kimse üç gün sonra kaybedeceği ya da değiştireceği bir işe sorumlu bir emek vermez, veremez… Süreksizlik ise güvensizlik yaratır, sinsice ; genç insanlarda her şey, çok fazla kaygıya yol açabilir: ‘’Ari Oskarsson’u Sevmekte’’ ki genç babanın uçaktan ödü kopar.
Yaşamda birey abartılırken ilişkilerin önemsizleşmesi, yaşantıların cansuyunu yitirip gölgelere ya da hayalet yaşantılara indirgenmesine yol açmıştır. Genç babanın uçak kaygısını hafifletmek için bulduğu yöntem büyük olasılıkla fazlaca ilgilenmediği küçük oğlunun hayalindeki sevgisine sığınmaktır; ilişkilerin hayaleti aslına yeğlenmektedir. Kitabın adı boşuna mı, ‘’Sadece Hayaletler, Ötesi Yok’’tur?
Neoliberalizm ile kalkan sadece ülke sınırları değildir, bedenler arasındaki sınırlar da kalkmıştır. Eski sevgililer, ya da sevgili bile olmayan genç kadınlar ile delikanlılar aynı yatağı paylaşmakta sakınca görmezler. Cinsel ilişki el sıkışma derecesine inmiş; aşk, cinsel çekime indirgenmiştir. ‘’Acqua Alta’’ hikâyesinde, yüreği kırık genç kadın, pantolonunun içine, kalabalıktaki bir yabancının el atmasından biraz irkilir ama sanki hoşlanmış gibidir de; olayı yadırgamaz. Başka hikâyelerde de rastlarız bu el atma meselesine. ‘’Ari Oscarsson’u Sevmek’’in ben-anlatıcısı, sevgisiz tensellikten bunalmış genç kadın, bir erkeğe duyduğu yıldırım çarpmasını andıran arzuyu aşk zanneder; bu elektrik, aşk mıdır, yoksa aşkın başladığı yer mi? Günümüzde hayat sabırsızdır, arzunun aşka büyümesini bekleyemez; gidilecek başka yerler, yapılacak başka işler vardır…
Hayalet yaşantılar haliyle hafızada fazla iz bırakmaz. ‘’Nereye gidiyorsun?’’un anlatıcısı kadın bir türlü nerede ne olduğunu hatırlayamaz. Kitabın adını taşıyan hikâyenin kahramanı kadın da, bir türlü, müstakbel kocasıyla yaptıkları ABD yolculuğunun aşamalarını hatırlayamaz. Orada başka bir çiftle tanışıp onlardan etkilenmeleri sonucu, evlilik tesadüfen girecektir bu çiftin yaşamına.
Ebedi bir buluğ çağına demir atmış bu yalnız ve belleksiz insanların , onları nasıl koruyacaklarını bilemeyen ana babalarına sığınma ihtiyaçları aslında hiç tükenmez ama nasıl sığınacaklarını da kestiremezler (‘’Aqua Alta’’, kitaptaki en duyarlı hikâyelerden biridir). Sanki özellikle sığlaştırmış bu yaşamlar ve kadınların yüzleşmek, hesaplaşmak istemedikleri ve bu yüzden dinmeyip müzminleşen pes perdeli hüzünleri, içimizi sızlatır. Edebiyatın günümüz insanını, geçiciliğin fazlaca farkında ama buna tepkisi ürkmek ve kaçmak olan , bir çok başka şeyinse hiç farkında olmayan bu insanı anlatmakta zorlandığı ve arayış içinde olduğu bir gerçek; üzerinde düşünülmeden, sadece tüketilen ve sırf bu nedenle hüzünlü yaşamlar belki de ancak Judith Hermann’ın bulduğu çözümle, oradan oraya seğirten sapsade bir dil, ve yalın bir kurgu ile layıkıyla anlatılabilir.
edebiyathaber.net (4 Nisan 2024)