“Yeni Türkiye” nidasıyla ortalığa düşenler “15 Temmuz” kuşatma hareketini iyi okumak zorundadırlar.
Bu kuşatma çok öncelerden başlamıştı. Ve herkes, her kesimden insan bu toplumda üç maymunu oynuyorlardı sürekli.
Onların mankurt maskelerine aldanıyordu kimileri, kimileri de o “dindar”lık kisvesine inanıyordu; ama çoğumuz da “bize dokunmuyor” diyerek umursamazlıktan geliyorduk.
Hanibal Censeric’in analizini okuyunca olup biten daha bir aydınlanıyordu zihnimde.(Hannibal Genseric’in yazısına gönderme yapan Prof. Dr. Ata Atun’un “ABD, Rusya ve Türkiye’de Darbe” yazısına göz atmalı. Genseric’in yazısı için bkz.: https://fr.sott.net/article/28679-Comment-Poutine-a-fait-echec-et-mat-au-coup-d-etat-d-Obama-en-Turquie )
ABD’nin kuşatma hazırlığı o “yeni insan”ı yaratmakla başladı. Bu uzun vadeli bir projeydi. Siyaset dizayn edilerek buraya varıldı.
Hatırlayalım Köy Enstitüleri’nin kapatılmasını, ülkenin geri kalmışlığına devam işaretiydi. “Biz yardım edelim, ama siz de istediğimizi yapın,” demekti.
Cemaate pırıl pırıl çocukları teslim ederken de bu anlayış öndeydi; “siz bize verin eğitelim, her şeyini biz karşılarız…”
İşte sonuç ortada.
Adı bile konamayan bir “darbe” provasının aslında ABD’nin bir işgal hareketi olduğu ayan beyan ortadadır.
Ordunun dokusunu bozan komplolar, yargı ve eğitimdeki kadrolaşmalar “yeni insan”la “yeni Türkiye” modelini yaratmayı amaçlıyordu.
Bürokrasi ve siyaset deneyimi olmayan bir iktidarın zaafları bu süreci hızlandırmıştır.
Türkiye, bu yeni süreçte, “yeni bir insanı politik olarak yaratmak” zorundadır. Okuyan, düşünen, meslek sahibi olan, soran, sorgulayan… Ama inanç biçimini kendine bırakarak. Laikliği yaşama ilkesi edinerek.
Evet, “eski insan” Allah’la aldatılandı, inancıyla kandırılandı. Bugün hâlâ bu yapının korunduğunu düşünmekteyim.
Geçen yıl, Erzurum’dan İstanbul’a uçakla dönerken, yanımda oturan bir gençle konuşuyordum. Kars’tan yola çıkmış, İstanbul’a gidiyordu. Ne iş yaptığını sordum. Liseyi bitirmiş. Askerden gelince babasına ait markette getir-götür işleri yapıyormuş. Sıkılmış. Ablasının çağrısıyla Fatih’e, İsmail Ağa Cemaati’ne girmek için yola düşmüş.
Elimdeki kitabı okuyup notlar aldığımı görünce, o konuşmak istemişti.
“Ben de böyle okumak isterim,” demesi üzerine sözü derinleştirmiştik. Telefon numaramı vermiş, onunkisini kaydetmiştim, “mutlaka beni ara,” diyerekten.
Onun öyküsünde, mesleksiz bir gencin sürüklenişi vardı. Bir bırakılmışlık, sahip çıkamama… Ama bunu ne aile yapabiliyordu ne de sistem. Eğer bu “devlet”se, devletliğini de yapamıyordu demek ki…
Ve ülkenin girişimcileri/yatırımcıları, iş dünyası oluşagelen bu tehlikenin ne kadar farkındaydı acaba?!
Hatırlayalım Mustafa Koç’un o hamlesini. Ne diyordu:
“Meslek lisesi, memleket meselesi.”
Oysa bu ülkeyi yönetenler hâlâ; “meslek”ten “imam hatipliği” ve “cemaat”i anlıyorlar.
Bugün başımıza getirilen felaket onların eseridir.
Şimdiki zaman sorgusu
Hayat akıyor.
Televizyonları izliyor, gazetelere tek tek göz atıyorum:
*Yolumuz açık.
*Darbenin hücre evi.
*Haddini bileceksin.
*ABD Genel Kurmay Başkanı geliyor.
*Akıncı Üssü kapanacak.
*Dünyaya ders verdik görmek istemiyorlar.
*FETÖ postmodern zındık hareketi. (Milliyet)
Bir gazete manşetlerine yansıyanlar bile çoğu şeyi anlatıyor aslında.
Peki sokak nasıl?
Hayat, hiçbir şey olmamışçasına devam ediyor.
Ambrose Bierce’ın (1881-1906) “Şeytanın Sözlüğü”nü okuyorum:
Dar kafalı: Sizin pek ilginç bulmayacağınız bir fikre inatla ve hevesle bağlanmış olan kimse.
Tutuklamak: Fevkaladelikle itham edilen birini resmen alıkoymak.
İnanç: Bilgi olmaksızın konuşan biri tarafından, örnekleri olmaksızın söylenen şeylere kanıt olmaksızın inanma.
Din adamı: Kendi maddi işlerini yoluna koymanın bir yöntemi olarak bizim ruhani işlerimizin idaresini üstlenen kimse.
Cemaat: Bir hipnotizma deneyinin özneleri.
Dönüvermek: Birden bire fikirlerini değiştirip başka partiye geçmek. Kayıtlara geçen en çarpıcı dönüverme, bizim kimi partizan gazetecilerimiz tarafından dönek biri olarak acımasızca eleştirilen Tarsuslu Saul’unkiydi.
İhanet etmek: Güvenin bedelini ödemek.
İblis: Varlığı gazete muhabirleri için değersiz olan, ne var ki hakkaniyetle itiraf etmek gerekirse, onların genellikle onun yaşam tarzını sansürleyip kınadıkları bir varlık. Onlar “insan kılığındaki iblis”e karşı özel bir kin beslerler, anlamsız, görülebilir, onun “kutsal biçim” iddiasının ima ettiği iltifata. Onların “ateş-iblis”i ayıplayışları özellikle kimi parlak heyecanlarla şiddetlenir ve “öğlen yemeği iblisi” yalnızca onun rekabeti tarafından yaratılan hoşnutsuzluktan muzdariptir.
Cumhuriyet: Mantıksal olarak aktif olan ancak şans eseri bir işe yarayan, sonsuz sayıdaki siyasi parazit tarafından idare edilen bir yönetim biçimi.
Nankör: Bir başkasından yarar sağlayan ya da hayır işine hedef tutulan kimse.
Şimdiki zamanın sözleri/kavramları sanki bunlar. Zaman ötesinde yazıp anlatmıştı her birini Ambrose Bierce.
Cemaatleşmeden yaşamak
Küresel bir çağda yaşıyoruz. Her yerde her zaman kan kaybı sürmekte. Ama hayatın her alanında.
Savaşlar, şiddet, göç, yoksulluk… Neredeyse çağın virüsü. Peki, insanlık ne yapıyor?
Kümeleşip sorunları çözme atılımlarında mı bulunuyor, yoksa her şeyin daha da azgınlaşmasının önünü açacak politikalar mı üretiyor?
Sanırım, her ikisi de!
Ama biri parçalar yok ederken, diğerinin yığınları harekete geçirmesi çok zor. Yani savaş hep baskın. Bu da cemaatleşmenin önünü açıyor. Ardından gelen şiddet, terör, dayatma… Ve giderek çözülen/savrulan bir toplum… Üstüne üstlük bunlarla yaşanan “göç” insanın temel yaşama dürtüsünü öldürdüğü gibi; kendi olma/kendini var etme inancını, kültürünü de ortadan kaldırıyor.
Hiçleşme dediğimiz şeyin debisi de işte buradan gelir.
Orada, gelinen konumda ne bir yerlisinizdir ne de bir iş ve uğraşın “efendisi”… İşte böyle sürüklenen biri aidiyetini, kimliğini yitirir; bambaşka bir ‘ben’e dönüşür.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (9 Ağustos 2016)