Daha ilk öyküsünde sizi avucuna alan bir anlatıcıdan söz etmek istiyorum.
Bir öykü bazen her şeydir, kimi zamansa hiçbir şey anlat(a)maz. Yani öyle hemence yazarını ele vermez, ya da okurken tükenir… Dönüp ardından gitmezsiniz.
Melisa Kesmez, Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz adını verdiği kitabının ilk öyküsü “Balık Kraker”de, bir burukluk/buluşma ânını anlatırken; aslında çok şey yapıyor:
*anlatıcı kimliğini ortaya koyuyor,
*duyarlık alanını belirliyor,
*dil tutumunu gösteriyor,
*anlatımındaki saydamlığı yansıtıyor,
*insana dokunuşunu gösteriyor,
*öyküde anlamın nerede yattığını yansıtıyor,
*tüm bildiklerinin değil, anlamı yansıtacak sözün sınırlarında duruyor.
Aşağı yukarı üç sayfalık kısa bir öyküde bu başardıklarını görünce, ardına takılıp gitmemek mümkün mü?
İnsanı anlatma
Melisa Kesmez’in yirmi dört öykülük “Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz” kitabını okurken en çok dikkatimi çeken bir başka önemli yan ise, bir zamane bakışının ardına düşen anlatıcının ev/aile/ikili ilişkiler ekseninde odaklanarak insanı anlatma çabasıydı.
“Çaba” diyorum, öyle ki; Kesmez, elimizdeki kitabı yarı yarıya indirerek çok özgün bir ilk “başyapıt” yapabilecekken; bu fırsatı kaçırmış ne yazık ki! O, başka bir şey için çabalamış izlenimini verdi bana ilkten. Kitapta yer alan iyi öykülerle, aslında öykü yazabilmenin inceliklerini kavrar görünmesi; ama gene de ayıklamayı bilmemesi bir şanssızlıktı onun adına. Eni konu bu sorunu, dosyayı önüne alan, yayınevi/editörü çözümleyebilecekken; yetersiz kalınmış burada da. Yani, iyi anlatıcı gratı olan Melisa Kesmez’i dosyası üzerinde çalıştıramamış. Ki, arka kapak yazısına yansıyan bilgiler de biraz bunun göstergesi, bence!
Yazdıklarım, bu ayarda bir öykücü için haksızlık olarak alınmamalı. Çünkü, gerçekten, iyi bir anlatıcı var karşımızda. Ve hayata bakmayı, yazarak insana dokunmayı bilen biri.
Editörlük neye yarar?
Bu tarz genç yazarların en büyük şanssızlığı yayınevleridir bence. Bazen denk düşme anlarıdır yazarı alıp taşıyan, bazen de yazdığının parıltısıyla önünü kapayan… Burada, Kesmez, Sel gibi iyi bir yayınevine düşmüş düşmesine de; yayınevi onun yalnızca kitabını basarak elinden tutmuş. Editörlük neredeyse yok!
Bizde algılanan yanıyla, belki şöyle var; “birkaç yerini düzelttik” edası. Bir iki çizikle de bunu gösterme…
Hele hele edebiyat editörlüğü başlı başına birikim isteyen bir şeyken, iyi yayıncılığın yolunun da buradan geçtiğini bu işe soyunanların bilmesi gerekirken; nedense ıskalanıyor. Bir tür “taşeron editör”lük daha işine geliyor çoğu yayıncının. Bunun da yayınevi için bir kimlik erozyonu olabileceği göz ardı ediliyor.
Bütün bunlar Kesmez’in öyküsünü etkiler mi peki?
Onat Kutlar’ın “İshak” öykü kitabına göz atın, firesizdir adeta. Bir ilk başyapıttır üstelik. Kutlar, bununla edebiyata adını kazımıştır adeta. Az yazarak da bunun kanıtlanabileceğine örnektir, tıpkı Juan Rulfo gibi!
Azla büyümek, ayıklayarak yazmak. Bir editörün yeni yazarla ilk işi budur, cenkleşmek adına budur. Bir öğretmen edasıyla olmasa da göstererek ilerletmek her zaman editörün görevidir.
Melisa Kesmez’e bu şansı yayınevi vermeliydi, mademki kitabını yayımlama adımını öyle görmüş…
Gelelim kitaba.
Ayıklayarak yazmak
Okuma notlarıma göz atıyorum, neredeyse bir iki not düştüğüm şu öykülerin kitabın dokusuna uymadığı, taslak çalışma gibi kaldığı aşikar: “O Yaz”, “Karpuz Dilimleri”, (“Arif” daha iyi bir öykü olabilirdi), “Sirk”, “Girlfriend in a coma”, “Süslü Annem”, (“Ada” üzerinde çalışılmalıydı), “Yeni Yıl”, “Sevgili Müslüm Baba”, “Ceyda’nın Dizleri”, “Kırıldık”, “Sarı Elmalar”, “Anneannemin Takma Dişleri”.
Melisa Kesmez’in asıl anlatıcılığını öne çıkaranlar ise diğerleri: “Balık Kraker”, “Sakin Göllerin Kuğusuyduk”, “Şubat”, “Bir Dost”, “Kıpırtısız”, “Şiirsiz”, “Bozkır”, “İyiyiz”, “Halam”, “Karton Koliler”, “Kurtuluş Gecesi”, “Düğün”. Bu öyküler, öykücünün bizi yanıltmayan tutumunun farklı boyutlarını öne çıkarıyor.
Burukluk, tutunamama, çözülme, iletişimsizlik, yaşantı zenginliği belirgin izlekler olarak öne çıkıyor. Ama daha ikinci öyküsünde (“Sakin Göllerin Kuğusuyduk”) anlatım tutumunu, düşünce derinliğini, biçem kaygısını gözlüyoruz. Kesmez, duygu dilini kurmada başarılı. Ben-anlatıcı’yı seçmesi de biraz bundan. Anlatıcı kahraman/kişinin bakışıyla izler/gözler/yaşarız anlatılanı.
Saydamlıkla birlikte yaşanan zamanın ruhuna dönük bakış/eleştiriyi dengede tutar. Yabancılaşma, kurtuluş/sürükleniş, “ben”in benlik arayışı öyküde başat öğe olarak öne çıkar. Kendine dönmek yolculuğunun ivmesi olan sığlanan yaşantıların bıraktığı tortu, sürüklenişin de aynasına dönüşür. Kaçışın buluşturduğu yer/zaman/kişiler ise benzer şeyleri hatırlatır. Gittiğinde de sensindir, Kesmez öyküsünde daha çok da bunu hissettirir. Dokunan günün ışıltısında bakar hayata çünkü o.
Onun anlattıklarını bir şeye indirgeyemezsiniz. O denli hayatın içinden ağıp gelir ki, anlatılan her durum/gerçeklik kendi anlam katmanını yaratır. Zorlayıcı bir kurmacaya yönelmediğini gözlersiniz hemen. “Şunu demek istedim,” yerine; “sen anla, çıkarsa,” der adeta!
“Geveze anlatıcı” olmamak!
Doğurgan bir anlatıcı değildir. Anlatısını çerçevelemeyi bilir; yan öykülere, gevezeliklere gitmez. Sözü(nü) de dolandırmaz. Dağılan/çözülen/burkulan hayatlara bakmayı, bunlardan saydam görüntüler çıkarmayı/yansıtmayı sever.
Hayatın içinden akıp gelen öykülerinde duygu sarmalı en başat öğe. Elinden tutar duygunun, sözcüklerinin ipiltisine sindirerek yol alır. Zaman zaman durdurur sizi, sözünü yığma/teklemeye düşürdüğünde öyküsü sarkar. “O Yaz”, “Karpuz Dilimleri” o tarz öyküleridir. “Kıpırtısız” da ise kesin bir bakış/yansıtıcı bilinci yüksektir. Anne-kız, arızalı ilişkilerin ağıp geldiği kuyuya bakması ise ondaki anlatı saydamlığının en güzel örneğidir.
Memleket halinin insanlık durumlarına yansısı, o sıkışıp kalmışlığın dipsularında olup bitenler onun gözlemevindedir. Öyle ki; Kesmez, toplumun en temel sorununun aile olduğunun altını kalın çizgilerle çizer, bunu ayan beyan gösterir. Ve insanları mesleksizleştiren, mutsuzlaştıran, ailesizleştiren bir toplumun sessiz çığlığıdır her bir öyküsü. Egemen bakışın, düşünüşün, davranışın hayatları nasıl sığlaştırdığına da öfkedir “Şiirsiz”. “Yeni hayat”ımızdan sunduğu sahnelerde bugünün öyküsünün nasıl yazılması/olması gerektiğini gösterir adeta.
Burada da Sait Faik duyarlılığına yaslanan, Carson McCullers öyküsünden dem alan bir anlatıcı çıkar karışımıza.
“Arif” de öykünün ardından giden biridir. Ama Kesmez, ne anlatacağını çok kestiremediğinden iyi bir öykü damarını söngün anlatıya dönüştürür. Füruzan vari bir sabır, ayrıntı işçiliğiyle ortaya iyi bir öykü, bir zaman/dönem öyküsü çıkarabilirdi. Tezcanlılık, hemen anlatıp kotarma telaşı öykü anlatıcısının/kurucusunun kırılma noktasıdır. Konuyu/izleği şiir gibi yakalasanız da; bunun üzerine düşünmek/işçilik kaçınılmaz. Hele hele “bunu neden/nasıl anlatmalıyım” sorusu böyle bir anlatıcının yakasında gül gibi taşınmalı.
“Bozkır” , sevdiğim bir öyküsüdür Kesmez’in. Yol/gitmek, iç sesin yolculuğuna çıkmak, uyumsuzluk içinde debelenen insanın içdramına bakmak… Ötesi düzen tutmayan/çağrısı olan hayatlar, yüzleşme… İnsana dokunan yanı da bunlar öykünün.
“İyiyiz” de, bir yanıyla bunu tümleyen öykü yansıttığı izleklerle. Dostluk, arkadaşlık kopuş ve bağlanışlar… Hayatımızın sırlı yanlarına bakış… Gene uyumsuzluklar, kaybedenler, uçurumunlarda gezinen tedirgin insan/lar, tamamlanmamış kimlikler; yalnız ve tutunamayan kadınlar… Ki, bu izlekler nerdeyse Kesmez’in ana izlekleridir. Oradaki hayatlara dönük izlenimleri/gözlemlerini kavrayıcı bir bakışla anlatması, kadın duyarlığını anlatıya taşımadaki özeni alkışlanmaya değer.
Anlatıcının yansıtıcı bilinci
Çağımızın bir yıkıntı çağı olduğunu derinden hissettirir. Küresel kapitalizm bir toplumun insan dokusunu nasıl çözüntüye uğratıyor; asıl çözülme/yabancılaşma/kopuş/uyumsuzluk/tutunamama nerelerden başlayıp hayatımıza sızıyor… İşte Kesmez’in bakışı bunlara dönüktür. Anlattığı insan öykülerinde karşımıza çıkan da bunlardır.
Şu tek cümlesi bile neyi/nasıl yansıttığının ölçüsü bence:
“Sonra tabii ne olduysa, oralar bulanık, büyümenin sancıları, yalnızlık özlemi, hayallerin örtüşmemesi vesaire derken, yokuş aşağı yuvarlanmaya başladı her şey.” (“Girlfriend in a coma”).
Kesmez, hayata dokunsa da; edebî bilincin yerli yerince oturmaması/bellekteki boşluklar iyi metin kurmasını engelliyor. Sözü/nü söyleyip geçiyor. Derinlik/yoğunluk kuramıyor kimi zaman. Bu da okurun bir alt-metin okumasını engelliyor. Söz etmeyi yeterli sayıyor. Örneğin, “Ada” öyküsü. Şöyle biter:
“Gelip bir tekme savurdu her şeye. Her şeyi yıkıp geçti. Taş üstünde taş bırakmadı. Apar topar kalktım yataktan. Kendimi banyoya kilitledim. Bozcaada’da bir pansiyon odasında iki yabancı. Pencerede sardunyalar. Tüller uçuş uçuş. Aramızda incecik bir kapı. İçeriden hıçkırıkları geliyordu.”
Başa dönelim:
“Sırtımı banyonun kapısına dayamışım, acıdan kaskatı, ağlıyorum.”
İki ara zamana dair anlatıcının anlattığı aldatma/yüzleşme gerçekliği yüzeyseli yansıtıyor. Bir eylemlilik hali… Hepsi bu, bir durum tespiti de denebilir.
“Halam” öyküsünün anlatıcısına söylettiği şu tümce Kesmez’in aşınmış sözlere prim vermeyecek bir öykücü olması gerektiğini söylüyor bana; “Bazen tek başına bir cümle, dünyanın bütün yükünü alıyor insanın omuzundan.”
Yakaladığı/anlattığı konu aşınan sözlerin, bildik ifadelerin kurbanı oluyor kime kez. İşte “Ada”da gördüğümüz de bu. Oysa “Halam” hem içli/duyarlı bir öykü, hem de anlatımında bir denge var. Yer/mekân, zaman bilgisinin bir öyküyü nasıl yazdırdığının örneğidir. Ev/aile/ikili ilişki…Anne, kız, sevgili, çocuk, baba…Bugündeki geçmiş…Bir dönemin yansıdığı hayatların yansıları…Kopuşlar, bağlanışlar…İnsan sıcaklığı, eskimişlik, yaşanmışlık…Ve aidiyet duygusu.. Özetlemeyi kaldırmaz öykü. Kesmez de burada onu yapıyor. Dokuyu bozuyor, gösteriyor; yaşatarak ama. İlişkilerimizin yaşadığımız topluma nasıl benzediğini derinden hissettirerek üstelik.
“Karton Koliler” gene bir ev öyküsü; aidiyet ve yüzleşmenin başladığı yer. “Kim” olma yolculuğunu anlatır; bir yerin/zamanın/düşün insanlarının. Hayata dair bakışının öne çıktığı, iyi ayarlanmış/kurgulanmış bir öyküyle yüz yüzeyizdir burada. Yerleşememe, iğretilik, köksüzlük, eşikte duruşun öykülerine bir yenisini daha ekler böylece. Başka “yer”de olmak, evin ruhu, kendi olamama… Anlatısını ayrıntılara boğmuyor, dengelidir her bir sözü. Yer yer ayıklanacak, küçük çapaklar göze ilişse de; o dokuyu var eden duygu tınısı öyküde söyleneni öne çıkarıyor.
“Kurtuluş Gecesi” şunu gösteriyor ki; Kesmez iyi cümle kuran biridir. Yer yer “bu nasıl söylenirdi”yi ıskalıyor gene de. Oysa, orada işte editör olmalı, yazar fısıldamalı; ‘şunu başka nasıl söyleriz’ demeli:
“İkimizin sessizliğini, sevgisizliğini bastırırdı annemin sesindeki gerçek olmayan neşe. Hepimiz inanır gibi yapardık o görevi icabı saadete.” (s.105)
Söylenmek istenenle söyleneni düşününce iki cümlede de daha vurucu bir anlam, kendine özgü bir söyleyiş tınısı olabilirdi. Hele ikinci cümlenin iğretiliği o söyleni tamamen siliyor.
Anne/baba/kız/eski eş… Terkedilmiş, eskimişlik, aşınmışlık… İki ucu yalnızlık olan hayatlara dair gösterdikleri, bakışındaki duyarlılık Kesmez’in kederli dokunuşlarını öykümüze taşıyor. Umutlandırıyor da. Yeni yazacaklarına dair birer fısıltı bunlar. Üstelik sesimizdeki kederi anlatan sızılı üfleyişle bir bir sözcüklere döküyor bunları. “Atları bağlayın geceyi burada geçireceğiz” derken de hissettirdiği biraz bu…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (16 Haziran 2015)