Edebiyatımızın yeni dolaşımının öyküdeki nabız atışını izlemek umut verici gelmiştir bana her zaman. Roman, bekler. Öykü hemence filiz verir, kendini gösterir. Deneme ise, birikimi kaçınılmaz kılar; bu nedenle de yazarının yaş almasını ister.
Şu savıma katılır mısınız bilmem, iyi romancı büyük ailelerden çıkar. Öykücü ise doğadaki bitki çeşitliliğini andırır, hayatın her yerindedir. Yeter ki eğitilmiş bir gözü, edinebildiği edebî belleği olsun…
Gelin görün ki; bizde acelesi olan roman, beklemeyi seçen öykü yazıyor. Karşımıza yetkin öyküler/öykücülerin çıkmasını biraz buna, biraz da hayata dönük yüzlerine veriyorum. Yeni kuşaktan, özellikle de 2010’dan sonra yazanları, okumaya yöneldiğimde gözlediğim; yayınevleri “şans” tanıyınca “iyi öykücü”lerin çıkabildiği.
Öykü ve deneme okumak vakit geçirmek isteyen okurun işi değildir. Daha sezgili, kavrayıcı, ne istediğini bilen okur ister. Yazmaksa hem edebî bellek işi, hem de yaşantı zenginliği gerektirir. Bu okuru yetiştirirsek bu alanda yazanların önü açılabilir.
Öykünün bir gösterge olduğundan söz ettim. Okuduğum yeni öykücülerin yazdıklarına iz düşüren de bu okuma uğraşlarının yansıları, birikimleridir. Ama aslolan hayatın içine dönüp bakmaları. Öykünün onlardan istediklerini yapabilmeleridir. Yani insana/topluma bakarken bir kazıcı gibi insan ruhuna, toplumun derinliklerine inebilmeleridir.
Feride Çetin’in “Duyulur Dünyanın Şakası” adlı öykü kitabını (İletişim Yay., 2015, 87 s.) okurken karşıma çıkan bu on öykülük birikim yukarıda imlediklerimi doğruluyor neredeyse.
Bir ilk kitap. Okurluktan gelen birinin yazdığını size hemen söyleyen öyküler; anlatma cesareti kadar hayatla ilişkisini de birebir sözcüklerine, kurduğu tümcelere yansıtan iyi bir anlatıcıyla karşı karşıyayız.
Çetin’in öykülerini sonladığımda, Cezanne’ın şu sözünü hatırladım:
“Size resimde gerçekliği vermek benim borcum ve bunu size göstereceğim, görmüyor olduğunuzu göreceksiniz.”
Görmeyi bilen, bunu da gösteren bir anlatıcıyla karşı karşıyayız.
Gözlemevine yansıyanların duygu diliyle, düşüncenin ışıltısıyla bezenerek karşımıza çıkması onu iyi anlatıcı kılan öğelerin başında geliyor, bence.
Unutmayalım ki öyküyü kuran düşüncedir, duygu değil. Duygu sonra gelir yerini bulur, nasıl ki yazarken tasarlarsınız, sözü kurarken duygu dilini de yakalarsınız. Şiirle benzeşen yanı da budur.
Feride Çetin’in öykülerinde bunu başarıyla kurduğunu söylemeliyim.
Daha ilk öyküsünde “haşarı” bir anlatıcı çıkar karşımıza. İronisi, insanın içine işler. Düşkünlük halini göstermek/görmek için yazılmamıştır “Densiz Günahkâr”. Orada zamanımızın buruk, itilmiş hayatlarından izler vardır. Bilir ki, öykü kişisi taşıyıcıdır; ona dair anlatılanı da çerçeveleyerek vermeyi neredeyse ilke edinir.
Öyküde anlam anlatıcıda değil, anlatılanın ne olduğundadır. Anlatıcıyı kahraman kıldığınızda ise; işte bu değişkenlilik durumu ister istemez onun bunu neden/niçin/nasıl yazdığına da sizi tutulu kılıyor. Bu da açıklık istiyor anlatıda. Çetin, sözünü dolandırmaz; anlatıcısını da aktarıcı/özetleyici kılmaz, göstermeyi önceler. Yer yer ben-anlatıcıya başvurması da bundan.
Çetin’in bu ilk öyküsü şu tümceyle başlıyor:
“Kafasına kar maskesi geçirmiş bir adam, alışveriş merkezindeki kuyumcuyu bağıra çağıra soymaya çalışıyor.”
Bu eylemlilik halinin tanığı anlatıcının yanında bir de arkadaşı vardır. Anlatıcı bir olayı/durumu anlatmaktansa, kendilerine dönük sözler eder ilkten. Dahası kendi durumlarını ortaya koyar öncelikle. Öyküde adım adım ilerlerken toplumun dip dalgasında yaşanan hayatlardan kesitler çıkar karşımıza. O sıkışıp kalmış hayatlardaki bırakılmışlık, terkedilmişlik; evin ruhuna yansıyan aile halleri, bir adım sonrasında da gösteri toplumunun bir kurbanı ile yüzleştiriyor bizi.
Çetin’de ilk gözlediğim şu; dil zenginliği. Yansıttığı hayatlara denk düşen bir dil örgüsü kuruyor, hem kahramanlarına hem de anlatıcılarına söyletiyor.
Öykünün ne denli gözlem, bir o kadar da edebî bellek işi olduğunu adeta kanıtlayan öyküler yazdığını söylemeliyim.
Onun ironik söylemi, gülümseten bakışı gene kahraman/anlatıcı konumlarına öyle siner ki; siz de gülümseyerek, bazen kahkahalarla ilerlersiniz anlatı süresince. Yarattığı görsel imgeyle de öykülerinden izler kalır zihninizde. Yer/zaman/mekân duygusuyla iz bırakan bir anlatıcı olarak çıkıyor karşımıza. Öykünün bir düşünce ekseninde oluşup gelişmesini dengeli biçimde işliyor.
Bir derdi olan anlatıcı Feride Çetin. Yer yer eleştirelliği de bundan. Anlatıcı olarak toplum gözlemciliğini elden bırakmasa da; eksik/aksak, iyi gitmeyenlere döner yüzünü. Toplumdaki derin yarılmanın, kopuşun neden/niçinlerine baktırır. Üstelik bir bellek sunarak yapar bunu da.
Bunu hem ilk öyküsündeki o düşkünlerin dünyasına bakışında, hem de ardından gelen; bir başka düşüş/düşkünlük öyküsü, oyuncu Perviz’in öyküsünde buluruz.
Burada adeta bir halk anlatıcısı gibidir Çetin. Bir meddah hikâyesi anlatırcasına seyircisine anlatır Perviz’in başarı/sızlık öyküsünü…Olmamışlık, olamamışlık hallerini…
Bu çağın/zamanın öyküsünü yazıyor Çetin. Hayatımızın kılcal damarlarına akıyor sözcükleriyle anlatımının her tınısı, sizi, bir sonraki anlatısının merakına taşıyor.
Abartısızca şunu söylemeliyim ki; iyi öykücü ile karşı karşıyayız. Ne anlatmak istediğini bilen bir öykücü. Ayıklayarak yazmayı bilen biri.
O anlatırken hayatımıza dair her şey gelip geçer gözümüzün önünden. Yaşadığımız görsel imaj çağındaki dramımız, yitikliğimiz, gösteri toplumuna dönüşme hallerimiz, uyumsuzluğumuz, yabancılaşmamız, tutunamamamız… Eski/yeni yüzleşmesi… Yeni zamanın ruhu/anlayışı sinmiştir her bir öyküsüne.
Yaşam çeşitliliği… İnsana dair çıktığı görme yolculuğunda dokunduğu göz/görme öyküsüne renk taşıdığı gibi; insan gerçekliğine dair yeni şeyler söylettiriyor ona. Sanatın tözü de budur; tekrar değil, “yeni”yi kurabilmek, kendine ait olanı var etmek. Çetin, daha ilk kitapta bu zor olanı başarıyor.
Çetin, değişimi görmek/göstermek için bakışını insana/yere döndürüyor. Bugündeki geçmişe de bakıyor zaman zaman. Yerin tarihi insanın tarihidir dercesine, küçük kazılara çıkıyor. Buluşturduğu zaman ise işte o dönüşenin ne olduğunu bize anlatandır. “Asırlardır Yaşıyorum” öyküsünü bu açıdan hem sevecek, hem de onun nasıl bir anlatıcı olduğunu görebilmek için bir iki kez okumayı isteyeceksiniz. Ayıklayarak, ama görerek; gevezelik etmeden yazmak düşüncesine denk düşen bir öykücüyle karşı karşıya olduğunuzu gözleyeceksiniz üstelik.
Yer yer bir alt-dil kurar, Çetin. Ece Ayhan’ı çağrıştıran bir dil ve imge örgüsü onun şiire yatkın/yakınlığını da gösterir.
O, “hikâye”si olanları anlatır. Orada da hayata dair gerçeklikler çıkar karşımıza. Sıkışıp kalmış, savrulmuş insan… Olmaya çalışan insan… Bırakılmışlığın sürüklenişi… Deyim yerindeyse; zamanımızın insan ruhundan manzaralarının öyküsünü yazmak için yola çıkan bir anlatıcının akıcı dili, ne anlatmak istediğini bilen hali dikkate değer elbette.
Beğendiğim öykülerinden “Gölgem Ruhumdan Uzun”daki Halis’in öyküsü yenilginin öyküsüdür biraz da. Orada özlenen bir hayat değil, giderek kırılganlaşan bir yaşantının savruntusunu gösteren tutumdur öne çıkan. Ezilenlerin ruhunu anlatmada, kapana kısılmışlığın dilini kurmada başarılı bir anlatıcıyla yüz yüzeyiz.
“Büyük Uyku”, belki de kitabın tek başarısız öyküsü. Nevvare Ünver’in gerçekliğinin hayatta karşılığı var, hem de ne çok. Ama Çetin, bunu öyküleştirmede yavan/yavaş duruyor. İronik biçimde söylemeyi seçerken de eleştirelliği havada kalmış. Oysa, Çehov vari bir öykü olabilecekken aceleci davranmış.
Benzer tutumu biraz da “Cadı Ağacındaki Köstebek”te gösteriyor. Ki, Kayaköy’ü de bir öykü kahramanı gibi etkileyici kılacakken; kıyıdaki anlatıcı olarak kalmış orada da.
Taşra/kasaba gerçekliğine şöyle bir değinip geçerken de (“Gezgin Yıldız”, “Duyulur Dünyanın Şakası” ) biraz tedirgin anlatıcı olarak ne söylediğini tam oturtamamanın acemiliği sezinleniyor. Benzer zayıflığı “Yılların Kapısında Duran Fil”de de gözleriz. Bunlar birer “kusur” değil, bize daha iyi öyküler yazabileceğinin işaretleridir. Düşle gerçeklik arasında gidip gelmelerde çocukluk, çocuk dünyasının yansısını vermek; anlatıcının algısındaki parıltıyı gösteriyor aslında. Öykü, biraz da yazarın içkazısından çıkan bir taşmadır. Çetin’de bu kazıcı yan belirgin. Öyle ki; anlatıcısına şunu söyletebilen bir öykücüyle karşı karşıyayız:
“Hikâyenin gri kahve renklere bürünen bu kısmında, geçmiş anımsadığımdan farklıydı.”
Bir başka öyküsünde ise şu cümlesiyle karşılayacaktır bizi:
“Ufak bir imbat dolandı ikisinin üstünde. Upuzun bir hikâye kadar kısaydı zaman.”
Bu tümceleri kurabilen bir anlatıcıdan beklentim yüksek.
Anlamın ardındaki öykücünün buluşturduğu imgeler ise zamana/yere dönük bir bakışın öyküye taşınan zenginlikleri olarak çıkar karşımıza.
Bütün bunlara karşın, gene de, Çetin gerçeklik duygusundan kopmayan; insanda toplumu anlama/anlatmaya çalışan bir öykücü olarak çıkıyor karşımıza.
Bir oluş/kopuş durumuna tutulan aynadan gördüklerimizse; “bugün nasıl yaşıyoruz” duygusunun yansıları, bir o kadar da “neler hissediyoruz”un siluetidir. Kadında, erkekte, çocukta ailede yaşanana dönüşene bakışın duygu dilini kuruyor; ama bir o kadar da düşüncenin kıvrımlarından geçiriyor her bir anlatısını Feride Çetin.
Onun yazacaklarını merak ötesi bir duyguyla bekliyorum. İleride öykücülüğümüzde kalıcı bir ad olarak yerleşebileceğini düşünüyorum.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (30 Haziran 2015)