Sigmund Freud’un en önemli saptamalarından biri düşlerin ve rüyaların önemine vurgu yapmasıdır. Freud, uygulamalarında hastalarının çok sıklıkla rüyalarından söz ettiklerini gözlemler. Üstelik hastalar uyanıkken dile getiremedikleri birçok şeyi düşler aracılığıyla dile getirebilmektedir. Yaptığı çalışmalar sonunda Freud düşleri, bilinçdışında gizlenen isteklerin bilinç düzeyindeki anlatımı olarak tanımladı. Freud’a göre düş yorumlarken düşü bir bütün olarak değil, içindeki parçaları ayrı ayrı düşünerek kabul etmek gerekir. Her parça ayrı çağrışımlar yapabilir. Bilinçaltında gizlenmiş düşünceler, duygular düşler sayesinde bize çağrışımlar yapar.
Düş kurmanın zevk verici olmasını sağlayan bir yanı da kişinin günlük gerçeğin tatsızlığından günlük işlerin tekdüzeliğinden kaçmasını sağlamasıdır. Kişiye toplumun tabularından kurtulması için izin verir, gündelik gerçeğin dışında kendine ait bir gerçeklik düzlemi yaratır. Diğer yandan bireyin bilinçaltında baskıladığı bir başka kimliği özgür bırakabilir. Düş kurmak insanın kendini ifade etmesini, özlemlerini, isteklerini dile getirip yapamadığı şeyleri hayata geçirmesini toplum içinde yaşayabilmesini sağlayan bir eylemdir. Bu nedenle insanın varoluş koşulu hayatı anlamlandırma çabasının en önemli ürünüdür Hatta düş kurmak yaşam tarafından maskelenen insanın tek sığınağıdır diyebiliriz.
Bruno Schulz, Tarçın Dükkânları’nda çocuk gözüyle çocukluk düşlerini kucaklar, anılarda kalmış çocuk yaşantılarını kopuk kopuk yansıtır. Bu düşler zaman zaman kendi dünyasına veya kendi dünyasına dokunmuş kişilerden kalma izlenimlerdir. Özlem dolu bir masal havası içinde, içli bir tonla hikâye eder. Bu anılarda anne ve babadan miras kalan anılardan, bir aile hikâyesinden, yaşanmış bir şehir hikâyesinden çok daha fazlası vardır. Çünkü bu anımsama ve belleğe dönüş yazma yolculuğunda keyifli bir serüvene dönüşmüştür. Bu da düşlemin alanının keşfidir.
Gerçeklikle düşlem, akılla hayal gücü ve nesnellikle öznellik hep karşıt kavramlar olarak algılanmıştır; oysa onlar bir kâğıdın iki yüzü gibi ayrılmaz bir bütünün farklı yüzleridir. İnsan zihninin çok özel bir gücü olan düşlemin tümüyle “gerçeklik” dışı olduğu söylenemez; düşlem, sembolik yanıyla da bir biçimde “gerçeklik”le bir ilişki kurar. Öyle ki, gerçeklikle düşlem çoğu zaman iç içedir. Bir nehir gibi çok farklı kaynaklardan, derelerden, dip akıntılarından beslenir. Bu nedenle yeniden yazıma; yeniden yaratılmaya uygundurlar. Düşlem gücü sanatsal yaratıcılığın da temel kaynağıdır.
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarının çevreleri ve olayları, onu, mizacından da gelen bir duygusallıkla kendi içinde bir sürüklenişe, kendi içine kapanmaya ve düş evrenine doğru itmiştir. Çocukluğunda babası ile birlikte dolaştığı kentinin manzaraları bir sis bulutu içinden belirir.
Yaşadığı kentin etkilerini hayatının daha ilk basamaklarında, doğrudan doğruya yaşama çevresinden geldiğini, kişiliğine damgasını vuracak kadar güçlü olduğunu, hayatına işleyen ve onu bütünlüğü ile derinliğine niteleyen temel bir anlam taşıdığı görürüz. Çocukluğunu aile bireylerinin portreleri, gibi temalar üzerinden yazar. Bir topluma, çağa kişisel olarak şahitlik ettiğini göstermek isteğiyle yazar. Amaç kendilik bilincine varılmasıdır. Belleği, çocukluk dönemi ile yapıtın kaleme alındığı olgunluk dönemi arasında bir sarkaç gibi durmaksızın hareket eder. Bir kişisel tarih mirasının yanı sıra önemli sosyokültürel gözlem ve aktarımlarla bir çeşit kendi benliğinin keşfine çıkar.
Schulz’un geçmişe yaslanarak anlattığı Tarçın Dükkânları sıradan bir anılar manzumesi değildir. Sonsuz düşün ve kesintisiz düş evrenin içine bir davettir. Bu yönüyle yazar kendi içinde bir tarihi mirası okura emanet eder. Bu yolla okura bir çeşit sırdaşlık önerir, onu tanığı yapmak isteğidir. Amacı geçmiş denen karanlığı güçlü bir ışıkla buluşturmak, geçmişi tarihin tozlu sayfalarından kurtarmak arzusudur.
Hiç kuşkusuz belleğin karmaşık bir yapısı var. Ancak bellek hakkında bildiğimiz kesin olan bir şey varsa o da belleğin yolculuğunun çocuklukla başladığıdır. Çocukluk, herkes için özlenen bir ülkedir. Hele bu çocukluk iyi anıları taşıyorsa kişide bir özlemle o günlere geri dönülmek isteği nostaljik bir hüzünle geri getirilmeye, tekrar yaşatılmaya çalışılır. Schulz için çocukluğa geri dönüş yazma yolculuğunda güçlü bir esin kaynağıdır, canlılık belirtisidir.
Schulz ve bellek
Schulz’un aldığı anlamda bellek geçmişe en güçlü sıçrayışı yapabilmesi için, en güzel hatırlama için sabırla gözlemek ve beklemek zorunda olduğunu bilir. O halde yazarın en önemli işi onu doldurmak, yazıya dökmek için tersyüz etmek olacaktır. Tersyüz etmekteki amaç ise şüphesiz geçmişi yeniden ele geçirmek, onu yeniden biçimlendirmek, onu bir çeşit oyuncağa dönüştürmektir.
Tamamen çocukluğuna odaklanmıştır Schulz. Bu anlamda Marcel Proust ile yakınlaşır. Proust’tan farklı olarak belleğinin karanlık noktalarında gezinirken, hatırladıkları arasında hâlâ hatırlamadığı çok sayıda kıymetli anının bulunduğunu keşfetmesi onu bu anıları tekrar yaratmasına ve düş evrenine sürükler. Yazma isteğinin tetiklemesiyle başlayan bir süreç, dinmez bir içsel arınma isteği ile başlayan bir hatırlama ve düş evresine sürükler. Anımsanan geçmiş şimdiki zamanın bir parçası olduğuna göre, aktarmaya çalıştığı anı şimdiye aittir ve belli bir sıra takip etmeden yazma eylemine girişir. Anıların aktarılması yaşanmış olanın bellekte kalan tortusu olduğuna göre kuşkusuz belleğin gerçek kadar düşselliğine de yaslanmış olur. Gerçek ile düşsel arasındaki bağın uyumu bir estetik değer olarak karşımıza çıkar. Ayrıca bu iki ögeyi ayıran zaman birbirinden uzak olsa da, öğelerinin hangisinin ağırlıklı olduğunun önemi kalmaz, daha önemli olan bu öğelerin eklemlenişleridir.
Schulz ve yazmak
Schulz ancak yazarak geçmişe gidebilecek, ruhunu yazarak sağaltacak, bütününde yaşamı ve özelinde ise kendi çocukluğunu yazı yoluyla yüceltecektir. İçinde barındırdığı çocukluğa dönme isteği ile bu özel dönemi yeniden kurgulama isteği arasında gidip gelecek, bunu bir oyun alanına dönüştürecektir.
Yazma sebeplerinden bazıları şunlar olabilir: Kaybolup gitmesine razı olunmayan bir gerçeği ortaya koymak, birlikte yaşanılan kişilere karşı duyulan hayranlığı dile getirmek, yaşadığı dönemi gelecek kuşaklara aktarmak. Anıları onun kurgulama süreci içinde anlatı formuna girer ve metin içinde anlatıcı Schulz tarafından yeniden yapılandırılır. Schulz böylesi zor bir işe büyük bir cesaretle kalkışır ve yaşam denen bütünün irili ufaklı, iyi kötü, güzel çirkin tüm parça ve dilimlerini birer birer serpiştirir, aralarına da bol miktarda düşlerini yerleştirir. Yaşamını örten tüm perdeleri birer birer kaldırır. Çok uzak anılarına giderken en önemli referans, en güvenilir yol gösterici olarak kendi belleğine başvurur. Şu ya da bu biçimde hemen her yazarın yaptığı gibi geçmişe bilinçle yönelir, katmanlarını kaldırır, orada yeni bir zaman ve daha çarpıcı bir gerçekliğin keşfine dalar, yeni bir kıtaya ulaşır veya orada yeni bir dünya yaratır.
Schulz ve Toplumsal Hafıza
Halbwachs’a göre bireysel hafıza ile toplumsal hafıza ayrılamaz. Halbwachs’in tezini “hafızanın toplumsal şartlara bağlı” olduğu üzerine kurmuştur. Gerçi hafıza her zaman bireye aittir; ama bu hafıza toplumsal olarak belirlenir. En kişisel anılar bile, sadece sosyal grupların iletişim ve etkileşimi üzerinden yapılanır. Sadece başkalarından öğrendiklerimizi hatırlamayız; aynı zamanda onların anlattıklarını, anlamlı diye vurguladıklarını ve yansıttıklarını hatırlarız. Halbwachs’a göre algısız hatırlama yoktur. İnsanları bir topluma yerleştirdiğimiz andan itibaren, içsel ve dışsal izlenimleri birbirinden ayırmak mümkün olmaz. Hafıza da, tıpkı dil gibi, iletişim yoluyla, yani hatıraların anlatılması ve sahiplenmesi yoluyla oluşur. Buna göre hafıza, her zaman diğer bireylerle ve başka gruplarla ilişki içindedir. Halbwachs’a göre, hatırlamanın işlevi geçmişi değiştirmek değil, grubun değerlerini ve isteklerini sembolize ederek bir bağlılık geliştirmektir.
Ne kadar kişisel olursa olsun, her hatırlama, başka birçok kimsenin de sahip olduğu bir düşünceler kümesiyle ilişki içinde olur; kişiler, yerler, tarh, sözcükler, dil biçimleri gibi şeylerle, yani parçası olduğumuz toplumla birlikte gerçekleşir. Halbwachs’a göre hafıza canlıdır ve her canlı organizma gibi sürekli devinim halinde varlığını sürdürür. Bu devinim durursa unutma ortaya çıkar. İnsan sadece kendi hafızasının çerçevesinde içine yerleştirdiği şeyleri hatırlar. Hatırlamayı toplumsal bir inşa olarak görür. Ona göre hafıza tarihsel gerçekliğini birebir yansıtan bir ayna değil, geçmişin yeniden inşa edildiği bir alandır. Hiçbir hafıza, geçmişi olduğu gibi koruyamaz fikrini savunur. Kısaca Halbwachs’a göre hafıza, yeniden kurma işlemine dayanır. Geçmiş, hafızada sürekli olarak yeniden kurgulanır. Bu noktada Friedrich Nietzche’nin Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine eserindeki şu sözleri açıklayıcı olacak: “İnsan unutmayı bir türlü öğrenemeyip de hep geçmişe bağlı kaldığı için şaşar durur kendine de: İstediği kadar ileri ve çabuk yürüsün, zinciri ile birlikte yürür, hızla akıp geçen olaylara bağlıdır gene de. Şaşılacak bir şey: An, birden burada, bir yok, daha önce bir hiç, daha sonra bir hiç, yine de bir hayal gibi yeniden gelir ve daha sonraki bir an’ın rahatını kaçırır. Zaman tomarından boyuna bir yaprak çözülür, düşer, uçup gider-birden yeniden insanın kucağına geri döner. İşe o zaman insan “anımsıyorum, der.”
Tarçın Dükkânları, Schulz’un anılarından yola çıkarak onun kişisel yaşantısı çerçevesinde yazılmış olması dolayısıyla onun bireysel belleğinin bir ürünüdür diyebiliriz. Öte yandan Tarçın Dükkânları, Schulz’un Galiçya’nın küçük bir şehri olan Drohobyez (Şimdiki Ukrayna) toplumunun bir üyesi olması nedeniyle de o yörenin kolektif belleğine hizmet etmiş bir eserdir. O toplumunun geçmişini içinde barındırması ile bireyleri birbirine bağlayan en kuvvetli bağın o toplumun en genç bireyinden başlayarak o yaşamın nasıl bir topluma mal olduğunu göstermesi açısından önem kazanır.
Kaynakça
Ahmet Yılmaz, Kayıp Çocukluk Peşinde, Murathan Mungan’ın Paranın Cinleri ile Harita Metod Defteri’nde bellek, Dışavurum ve Marcel Proust ile Yakınlık, tez çalışması
Batı Edebiyatında Bellek, Cilt 3, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Yayınları, 2018
Friedrich Nietzche, Tarihin Yaşam için Yararı ve Yararsızlığı Üzerine, Say Yayınları, 2005
Seval Özdemir, Kollektif Bellek ve Mekân İlişkisi, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2020
edebiyathaber.net (3 Ocak 2022)