'İlk Yarı: 10-0' ve 'Hiçliğin Aynasıydım Ben' adlı romanlarından tanıdığımız Fatih Kaynak, herkesi rahatsız etme potansiyeli taşıyan cümleler kurmaya devam ediyor hala.
Bu güzel bir haber! Çünkü unuttuğumuz bir gerçek var: Edebiyatın işlevlerinden biri de rahatsız etmektir. Ancak rahatsız olan insan silkinir, üstündeki ölü toprağından kurtulmaya çalışır, harekete geçer. Bu özellik 'yeraltı edebiyatı' denen türün asli görevidir. Bunun tam karşıtı olan popüler edebiyatının işleviyse insanların üstüne bir rehavet salmak, onları uyumlu, barışık ve boyun eğen kişiler haline getirmektir.
'Kuyruğundaki pireyi dişlemeye çalışan uyuz bir köpeğin kendi etrafında dönüp durması gibi dolaşıp dururken ölümün etrafında durmak, dinlenmek, nefes almak yok. Bugün yok, yarın yok, düş yok, umut yok, Tanrı yok, aşk yok. Köpekler gibi yalnız öleceğiz.' diyen Fatih Kaynak doğru söylüyor: Eninde sonunda hepimiz, köpekler gibi olmasa da, öyle ya da böyle yalnız öleceğiz. Bu kesin! Ama doğruyu söyleyerek nereye varabiliriz? Söz konusu olan edebiyatsa, okur sahiden doğruyu duymak ister mi? Doğruyla yüzleşmeye cesareti var mı okurun?
Yazdığım kitabı okumayın!
Sözü Fatih Kaynak'ın doğruları yüzümüze vurduğu yeni romanı 'Köpekler Gibi Yalnız Öleceğiz'e getirebilmek için neden yeraltı edebiyatına değindiğimi, üstüne üstlük neden 'doğrularla yüzleşmek' gibi, ilk bakışta edebiyatla çok da ilişkisi yokmuş gibi görünen bir kavramdan söz ettiğimi açıklamak istiyorum. Her şeyden önce Fatih Kaynak kendini 'yeraltı edebiyatının önemli temsilcilerinden biri' olarak tanımlıyor ve aksi gibi ben de katılıyorum buna! Türk romancıları arasında, Fatih Kaynak dışında açık açık 'ben yeraltı edebiyatçısıyım' diyen bir yazara pek rastlayamayız. Bunda şaşılacak bir şey yok, çünkü 'yeraltı edebiyatçısıyım' demek, 'yazdığım kitabı okumayın' demekle eşdeğerdir. Yeraltı edebiyatı, gerçeklikle doğrudan yüzleştiren bir edebiyattır ki; kimsenin yaşadığı hayatla ve kendiyle yüzleşmeye tahammülü yok günümüzde.
Türk edebiyatı açısından durum böyle ama dünya edebiyatının ülkemizdeki okunurluğuna bakarsak da, Bukowski ve Chuck Palahniuk'un dışında yaygın bir okur kitlesi bulabilmiş bir yeraltı edebiyatçısına rastlayamayız. Bu iki isim de yeraltından çekip çıkartıldıktan, popüler dünyanın yeraltı ikonu haline getirildikten sonra geniş okur kitlesine ulaştılar. Kısacası onlara popülizmin 'yeraltı kontenjanı'nda yer açıldı, o kadar.
Peki, ülkemizde yeraltı edebiyatı denilince akla gelebilecek bir isim, hatta elle tutulur bir yeraltı edebiyatı olmadığı halde, belli aralıklarda dergilerde 'Yeraltı Edebiyatı' başlıklı dosyalar hazırlanmasını, neredeyse bir gelenek haline gelen bu dosyaların oldukça ilgi çekmesini neye bağlayabiliriz? Ürünleri değil ama adı ilgi çeken bir edebiyat türü! Gerçekten yeraltı edebiyatı var mıdır, yok mudur, varsa kimler yeraltı edebiyatçısıdır, kimler değildir şeklindeki tartışmalar ilgi çekiyor, bu kapsamdaki yazılar okunuyor ama yeraltı edebiyatı, itiraf edelim ki pek de okunmuyor.
Bu tür dosyalarda, yeraltı edebiyatı diye bir tür olmadığı halde, okurun ilgisini çektiği için özellikle bazı kitapların yeraltı edebiyatı kapsamına alındığını, bazı yazarların kendini yeraltı edebiyatçısı olarak sunduğunu iddia eden, bunun bir satış stratejisi olduğunu söyleyen birkaç 'bilirkişi'nin görüşü de muhakkak yer alır. Ama her nedense, bu kişiler yazılarında bu yüksek satışlı yeraltı edebiyatı kitaplarının ya da bu kitapların yazarlarının adlarını vermezler. Kimdir yeraltının çoksatarları? Kanat Güner mi, Sarp Bengü mü, Ayça Seren Ural mı, Şahin Uruk mu, yoksa Fatih Kaynak mı?
Bu tarz görüşleri bir tarafa bırakıp gerçekten de yeraltı edebiyatının neden ilgi çekmediği, ilgi çekme ihtimalinin olmadığı sorusuna, henüz yeni yayınlanan, bu türün bütün özelliklerini taşıyan, diliyle, kurgusuyla, akıcılığıyla göz dolduran bir roman olan 'Köpekler Gibi Yalnız Öleceğiz' çerçevesinde cevap arayalım: Roman kahramanı, bir kitapevinde tezgahtarlık yapan uyumsuz, aykırı bir kişi. Aykırı olmasının asıl nedeni, kitapevine gelen müşterilerin davranışlarını, konuşma tarzlarını, hem kendine (tezgahtara) hem de örneğin kitap ya da oyuncak almak istedikleri kendi çocuklarına karşı davranışlarını çok iyi çözümlemesinden, deyim yerindeyse 'deşifre etmesinden' kaynaklanıyor. Deşifre etmekle kalmıyor, bunu belli ediyor, yapaylıklarını, komplekslerini yüzlerine vurmaktan çekinmiyor. Böylece, kendileriyle yüzleşmelerine neden oluyor.
Kendinle yüzleşmek eğlenceli değildir
Şimdi madalyonun diğer yüzüne bakalım. İşi gereği kendine hizmet eden birini ezerek egosunu tatmin etmeye çalışan (çünkü hayatta ego tatmini sağlayabileceği başka hiçbir özelliği olmayan) bir kişi, kendi davranışlarını deşifre eden ve bu davranışlarını açıkça aşağılayan bir romanı okumak ister mi? Hayal dünyasına dalmak yerine kendinle yüzleşmek hiç de eğlenceli değildir. Tüketici açısından, yani kitap dahil olmak üzere ancak bir şeyler satın alarak var olmaya çalışan günümüz insanı açısından hiç de cazip bir seçenek değildir bu roman. Peki, tezgahtar açısından, tezgahtarlar açısından okunası bir kitap mıdır bu? Unutmamak gerekir ki okur, kendini sorgulamak, hayatı daha iyi tanımak ve yorumlamak için değil, kendinden uzaklaşmak, kendini sorgulamaktan kaçınmak, kafasını dağıtmak için okuyor günümüzde. Kaldı ki, tezgahtarlık günün belli saatlerini kapsayan bir iş, toplumsal bir roldür. Aynı kişi, kendi çalıştığı mağazanın dışına çıktığı andan itibaren müşteridir. Yani işyerinden çıktığı andan itibaren rolü değişecek, gün boyunca kendine nasıl davranılıyorsa, o da diğer tezgahtarlara aynı şekilde davranarak yaralanan egosunu tamir etmeye çalışacaktır. Yani hiçbir şekilde kendine yakın bulamayacaktır roman kahramanını, aksine, olduğu ama asla olmak istemediği biriyle karşılaştığı için dışlayacaktır!
Konuya buradan girdiğim için roman boyunca bir tezgahtarın hayatının anlatıldığı sanılmasın. Roman kahramanın işten atılması; hiç beklenmedik bir şekilde eline yüksek miktarda bir para geçmesi; İtalya'ya gitmesi, orada yaşadıkları; Türkiye'ye döndüğü anda yine tuhaf ve berbat bir sürprizle karşılaşması; öylesine akıcı bir şekilde anlatılıyor ki soluk soluğa okuduğumuz bir macera romanı olarak elimizden bırakamıyoruz 'Köpekler Gibi Yalnız Öleceğiz'i. Yer, mekan, kişiler, hatta ülkeler hızla değişiyor, ister İtalya'daki kalabalık bir barda, ister tesadüfen içine düştüğü porno sektörünün merkezinde, ister yabancı öğrencilerin bir arada olduğu bir okulda olsun; sonuç değişmiyor, roman kahramanı her yerde 'öteki' olmanın sıkıntısını çekiyor.
Ötekileşmesi, marjinal bir hayat tarzı olmasından kaynaklanmıyor aslında. Herkesin, bir diğerini ötekileştirdiği ölçüde kendini bir birey gibi hissedebilme yanılgısından kaynaklanıyor. Konuşurken kelimeleri yayarak, kendi çocuğuna yarı Türkçe yarı İngilizce hitap ederek başkalarına sosyetik ve zengin olduğu mesajını vermeye çalışan kişinin karşısındaki tezgahtar büyük ihtimalle sıradan biridir ve yine büyük ihtimalle 'öteki' falan da değildir. Ama o kişinin var olduğunu kanıtlayabilmesi, kendine iyi kötü bir kimlik oluşturabilmesi, karşısındakini ötekileştirmesiyle mümkündür ancak. Başka bir ülkede karşılaştığın bir İngiliz ya da İtalyan açısından Türk olduğun için öteki; Hıristiyan açısından Müslüman olduğun için öteki; eşcinsel açısından erkek ya da kadın olduğun için ötekisindir. (Tersi daha çok geçerli ama kabul edelim ki heteroseksüel olmak da azımsanmayacak ölçüde ötekileştirme nedenidir artık)
Aslında bu hassas konulardan hiç söz etmediği halde, su gibi akıp giden diliyle, belli bir düzeyin altına hiç inmeyen merak ve heyecan dozuyla, keyifle okunan bir macera romanı tadındaki bir kitap, daha kapağını kapatır kapatmaz bu iddialı konuları düşünmemize neden oluyorsa, o iyi bir kitaptır!
Sadece sokak aralarında yaşayanların değil, ışıltılı Kaf Dağları'na bile çıkanların köpekler gibi yalnız ölmeyeceğini kim garanti edebilir? Hayattaki -hangi tür hayatta olduğu önemli değil- bütün hayatlardaki tek gerçek bu: Hepimiz, istisnasız hepimiz köpekler gibi yalnız öleceğiz. Fatih Kaynak da bunu söylüyor işte. Doğru söylüyor!
Yazı: Altay Öktem, başkahaber.blogspot.com (13 Mart 2012)