Söz çevrimlerine girmeden şunu söylemek isterim ki; Soma’da yaşanan “katliam” gibi “kaza”, oradan yansıyan görüntüler, edilen sözler bana çok başka şeyler düşündürttü. Bunu birkaç yazımda dile getirdim. Şimdi de bir başka yönünden bakmak istiyorum.
Sendikacı Hacay Yılmaz, o sıcak günlerde, kendisiyle yapılan röportajda şunu söylüyordu: “Bu bir sonuç. Özelleştirme ve taşeronlaştırmanın bir sonucudur…” Bir özet cümle gibi gelse de, çok şeyi anlatıyordu bize Soma’ya dair. Ama Soma ve Soma gibi yerlerin gerçekliğini yalnızca olaylar yaşanırken öğreniyoruz. Ülke coğrafyasında bu yerlerin öyküsü romanı yazılmadı ne yazık ki. Var olan birkaç örnek ise geleneğin bir parçası bile olamadı!
Dickens’ın, Zola’nın, Lawrence’ın romanlarının yazıldığı dönemi, endüstri devriminin sanayileşmeye açılan sürecinde yaşanan toplumsal olayları/sorunları kurgunun aydınlattığı bilinçle oluşan edebiyatın birikiminin var olduğu süreçleri düşünüyorum.
Hayat bir yanda akıp, çalışma koşullarının çarkı kendi seyrinde dönerken; döneminin ülke yazarları da orada olup bitenlerden esinle yapıtlarını kuruyorlardı.
Yaşamın İzinde Olmak
Gerçi esinleyici olan yaşamın kendisiydi. Ama yaşanmışlıklar/tanıklıklara gidecek yazarın bilinci/donanımı çok daha önemliydi. Çünkü yanıbaşınızda olup bitenlere dönüp bakabilmek, kavrayıcı bir bilinçle anlatabilmek için o bilinç kaçınılmaz.
Edebiyata/sanata ilgi, yönelim, koşulların gücü, olanaklar, yerel ve bölgesel alanlardaki eğitim/ekonomik ve sosyal doku ile oluşup gelişebilen bir olgu.
Kuşkusuz bunun yazanı/anlatanı olabilmek için eğitim ve okuma olanaklarına kavuşmak gerek.
Osmanlı’dan bu anlamda kötü bir miras devralan Cumhuriyet Türkiyesi, birçok şeyi inşa etmek zorunda kalmıştır. Bu nedenle atılan ekonomik adımlar kadar eğitim/sanat/kültür alanındaki yatırımlar/yaptırımlar da önemlidir.
Devletin yeniden yapılandırmasından planlı ekonomiye geçişe, bölgesel kalkınmadan yerel yönetim sisteminin geliştirilmesine kadar birçok alandaki atılımlar “yeni devlet”i/”yeni insan”ı yaratmada etkindir elbette.
Bu, bir süre sonra da sonuçlarını verecektir. Bunun en somut belirtileri ülkenin sosyal dokusunda olduğu kadar eğitim/sanat alanında da kendini gösterir.
Anadolu’nun Düzenlenmesi
Bu atılımlar edebiyatın/yazarın halklaşmasını getirir.
Osmanlı döneminde Anadolu neredeyse, yazarı ve yapıtıyla, yok gibidir edebiyatta. Ne zaman ki toprak kaybı başlar, İmparatorluk içe çekilir, yüzünü Anadolu’ya dönerek “biz kimiz” sorusunu soran aydınlarını çoğaltır; uluslaşma kıpırtıları da öne çıkar.
Aslında İttihat ve Terakki, bir bakıma, bu projenin adı/adresi, ivmesidir.
Jöntürkler’le başlayan uyanış hareketi, bu kez, 1908 sonrası başka bir ivme kazanmıştır. Askeri ve sivil kadronun iktidar olması, çözülen Osmanlı’yı ayakta tutmaya yetmez, hatta çöküş sürecini hızlandırır.
Bu kez, İttihatçı kadronun Anadolu’yu Türkleştirme adımları başlamıştır. On yıllık iktidar süreci Osmanlı’nın tamamen tasfiyesine kapı aralamış, Tanzimat’la başlayan “erken Cumhuriyet nihai aşamaya gelmiştir.
Özellikle İngilizlerin Yunanlıları Ege’ye sürmesi, Osmanlı’nın parçalanması için bir askeri taktiktir. Birbirine düşürerek kazanma siyaseti.
“Tehcir”le bir adım ileri giden Osmanlı, bu kez, Yunan işgaliyle Anadolu’daki uyanış karşısında şaşkındır.
Düne kadar itibar etmediği Anadolu kendi göbeğini kesmeye soyunur.
İngiliz siyaseti bize şu soruyu sordurur elbette:
Ortadoğu’nun yeni haritasını çizmek ve petrolü kontrol edebilmek için Anadolu’da yeni bir ulus-devlet’e nasıl ışık yaktı?
Yani, bu cephenin neresindeydi, İngilizler?
“Tehcir”de Osmanlı’ya akıl hocalığı yapan Almanlar ve Siyonistler İngilizler’in öne çıkmasına neden ses etmediler?
1923’ün ardından İsrail devleti kurulacakken, neden ertelendi? Theodor Herzl’in hayalini gerçekleştirebilecek kadro varken neden beklenmişti? Çizilmesi istenen haritayı biçimleyecek koşullar henüz tam oluşmamış mıydı; yoksa, Ortadoğu’yu ele geçirmek isteyen diğer aktörler İngilizlerle başka hesaplar içinde miydiler?
Sanırım, bunun için bir savaş daha gerekliydi! İmparatorluklar çağı kapansa da, sanayi kapitalizmi hız kesmemiş, hem birikimin aktarılacağı hem de kendisine gerekli olan petrolün bulunduğu mecrayı arıyordu.
Aydınlanma çağını yaşayamayan Osmanlı’nın yıkımını hazırlayan koşullar bu güçlerin elindedir aslında. Cumhuriyet’e giden yolun ilk harcının konduğu 1839’da da onlar, yani Batılı güçler vardır. Toplumdaki ikilem kendini gösterse de, despotizm engeliyle karşılaşır. Tıpkı Cumhuriyet’in inşasındaki aykırı seslerin rastlaştıkları gibi. İçe çekilme, sinme/sindirme çağıdır aslında 1920-1950 dönemi.
Kuruluş felsefesinin inşa süreci ihanete/kesintiye uğrar 1950 sonrası. Ama o 30 yıl, Cumhuriyet’in inşasıyla nelerin yapılıp/yapılanacağını göstermiştir.
Sindirilen muhafazakarlık, ortamını bulunca hemen kendi mecrasını yaratmaya başlar. Bu süreçte destek güçler de iş başındadır elbette. İngiliz siyasetinin yanında “büyük amca” ABD’de de vardır artık bölgede bir güç olarak. İkinci büyük savaşın ganimetlerini toplamak için arenada yerini almıştır. “Marshall yardımı” ile başka bir sürece giren Türkiye’nin siyasi arenadaki aktörleri/söylemi de değişmiştir artık. Ülkenin toplumsal dokusu bu değişimle çözülmeye başlamış, göç dalgası, kentlileşme olgusu, Amerikan vari yaşam özentisi, tarımda makineleşme, montaj sanayinin alıp başını gitmesi, eğitimde yeni model arayışları, kültürel yaşamın biçimlendirilmesi, vb. Anadolu’nun yerel ve bölgesel dokusunun değişimine dönük ilk adımların atıldığı sürecin yansılarıdır.
Yazarın Halklaşması
Bu geçiş döneminde ülkede kurulup gelişen edebiyatın arka planında yerel ve bölgesel mecra vardır hep. Ülkeyi/insanını tanıma/tanımlama/anlatma derdindeki edebiyatçının bakışı ülke sorunlarına dönüktür çoğunlukla. Geçişteki uyumsuzluklara, yaşanan çelişkilerine, yeni inşa edilenin ne olduğunu göstermeye…
Bu süreçte tümüyle bir yerel/bölgesel edebiyatın oluştuğunu söylemek güç. Ama Amerikan ve Rus edebiyatının etkileriyle bölgesel bir dalganın varlığından söz edebiliriz.
Şu bir gerçek ki, Köy Enstitüleri yerel/bölgesel edebiyatın ilk harcını oluşturur, önünü açar.
Cumhuriyet’le gelen eğitim olanakları toplumdaki okuma yazma oranını artırdığı gibi; toplumun inşa sürecinde önde tutulan “yeni hayat”ın “yeni insan” biçimlenmesi çabası kültürel açıdan birtakım atılımları başlatmıştı. Bu uyanış sürecinin edebiyattaki yansıları 1950’li yıllarda iyiden iyiye kendini gösterirken; yazılan roman/öykülerde toplumu tanımlama/yaşanan gerçekleri yansıtma/geçiş döneminin sorunlarını dile getirme, hatta yer yer eleştirel tutum takınma dönem yazarların çıkış noktasıydı.
Öyle ki; Anadolu’nun bir yanda sorunları dillendirilirken ötede de yerel/bölgesel yazarların edebiyat ortamındaki varlığını gözlüyorduk.
Nisan 1967’de yazdığı “Türk Yazarının halklaşması” yazısında Cemal Süreya önemli bir tespitte bulunuyordu:
“Demek ki Tanzimatçılardan 1900 doğumlulara kadar edebiyatımızı da fikir hayatımızı da hep İstanbul’da doğan yazarlar temsil etmiş. Anadolu doğumlu yazarların sayıları da oranları da hiç denecek kadar küçük olmuş. Anadolu çocukları ancak 1900’den sonra edebiyatta bir varlık olmaya başlamışlar.”
Bir anlamda edebiyatta “İstanbul dükalığı”nın düşüşünden söz eder:
“1900’den sonra hemen bütün illeriyle, ilçeleriyle Anadolu’ya rastlıyoruz. Kasaba doğumlular bollaşıyor. 1923’ten sonra ise köy doğumlulara kadar uzanıyor çizgimiz.”
Cemal Süreya’nın 1967’de yaptığı bu tespit bugün kat be kat aşıp başka bir boyuta erişmiştir. Belki sayısal olarak bir artıştır o başkalaşım, bir de yöre/bölge gerçeklerini anlatan yapıtların çoğalması…
Bir anlamda kültürel melezlik dokusunu var edebilecek birikim edebiyata taşınmaya başlamıştır. Ama ne yazık ki 1923-2013 arasındaki süreçte bölgesel ve yerel edebiyattan söz edemiyoruz gene de.
Bu bambaşka sosyolojik bir olgudur. Ayrıca irdelenmeye değer yanları/boyutları vardır. Ama siyasi arenadaki şu değişimi/dönüşümü göz ardı etmeden bu sürecin yerli yerine oturtulabileceğini sanmıyorum.
Bugün, 12 yıllık iktidar sürecinde AKP’nin de Anadolu’yu “safi İslâm”laştırma projesi vardır aslında. ABD’nin “yeşil kuşak” projesinin sonucu ortaya çıkarılan bu siyasal hareket, kendisine biçilen görevi yerine getirmek için ayrıştırma politikaları üretmekle birlikte, Anadolu’nun yerel dokusunu bozma, geleneksel kültür damarlarını kesmekle bir yanıyla da Cumhuriyet’in tasfiyesine yönelerek “Yeni Türkiye” söylemini öne çıkarmıştır.
Yerel ve bölgesel ekonomik kültürel damarları güçlü bir Anadolu var edebilseydik, bugün bu projenin böylesine taban bulması pek mümkün olamazdı. Burada asıl göz ardı edilen edebiyatın gücüdür. Bu gücünü var edip kendi insanını/ülke gerçeğini/değerlerini anlatamayan bir edebiyat, insanının bilgiyle/bilinçle donanımına da su taşıyamaz elbette. Evet, edebiyat her şey değil, ama önemli bir şeydir. Bundan eksik bir toplum, gövdesi su almış bir kadırgayı andırır.
Konunun diğer boyutlarına yeniden döneceğim elbette…Özellikle de yerel ve bölgesel edebiyatın bizim gibi toplumlarda neden gerekli, ve neyin ölçüsü olduğunu görmek açısından sorunun bütün boyutlarını tartışmak gerektiği kanısındayım.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (12 Ağustos 2014)