Ankara’da yaşayanlar bilir, bazen günlerce açılmaz gökyüzü, kapkara bulutların arasına bir kasvet sıkışıp kalmıştır, işkence eder insanın ruhuna. Günlerce o gökyüzünün açılmasını beklersin, sonra kısacık bir an sanki tanrı kendi sergisinin açılışı için ince bir ışık huzmesi gönderir yeryüzüne. Ufacık bir pencere açılır, kısacık bir anlığına güneş aydınlatır seni. O an yaşanabilecek bir hayatın varlığını hatırlarsın. Sanki bütün o depresyonun arasında bir anlığına umut yeşerivermiştir, ölümü ve adaletsizliği unutursun, kuşlar uçmaktadır ve ertesi gün uyanacak gücün vardır artık. Sonra evin bir yerlerinde bir ışık yanar, bir bildirim sesi duyulur, ekranda bir son dakika haberi geçer, tekrar kapanır o gökyüzü ve tekrar kendi karanlığına kapılır gidersin. Bir sonraki gün ışığına kadar.
Bu satırları 10 Ekim gibi kara bir günde yazıyorum, belki bu karanlık girişin nedeni budur, ama Memet’in hikâyesini okurken aklıma gelen ilk düşünce bu oldu. Sıradan olmayan bir dünyada sıradan bir gazeteci olan Memet’in eline bir gün bir gazete geçecek ve sayfaların birinde rastladığı çıplak insanlar hadisesi fazlasıyla ilgisini çekecekti. Bu mevzuyu biraz kurcalayınca anlayacaktı ki, o çıplak insanlar o kara bulutları kapatmak için değil, aksine yeryüzüne ışığı getirmek için yapılan eylemler nedeniyle gelmişlerdi. Her gazeteci gibi Memet de gerçeğe ulaşmak için her şeyi yapmaya hazırdı, sadık dostu Romi ile birlikte öldürmeyip hayat veren ve gitgide büyüyen bu tuhaf eylemleri araştırmaya başlayacak ve sonunda aslında hayatta en zor şeyin, kendinden büyük bir bütünün parçası sayılmak olduğunu anlayacaktı.
“Bir ses yankılanıyor
Kulaklar çınlıyor, alacakaranlıkta yüzler kıpırdıyor
Çıplaklar uyanıyor
Birleşerek çoğalıyorlar
Yeni dünya ilk adımını atıyor
Yeryüzünün kurtuluşu başlıyor”*
Can veren bombalar, kafelerde alkışlanan infazlar, ölü denizatları, çölde kutup ayıları… Özcan Doğan bize anlatmak istediğini sakin ve gerçeküstü bir üslupla anlatıyor. İnce ince kurgulanmış tekinsiz bir rüya gibi. Her rüya gibi rüya olduğunu anlayana kadar yaşadıklarımızın gerçek olduğunu düşünüyoruz. Ama genelde böyle olur, gerçek hemen hemen her zaman fazla gerçek gelir insana, yarın gerçekten de Kızılay meydanında can alan değil can veren bir bomba patlasa bunu kabullenir, ertesi gün işe hangi yoldan gideceğimizi düşünürüz. Ama o bombanın öyküsünü anlatmak istiyorsak insanları o öyküye inandırmamız gerekir.
Özcan Doğan anlatınca inanıyor ve anlıyoruz, hani öyle bir anlayış ki insana yüzünü buruşturtacak cinsten, salt gerçeği gördüğün zaman gelen bir anlayış. Kaldırıma yapılan bir bok görünce de böyle buruşturur insan yüzünü, buz gibi bir ceset de böyle kendine bakmaya zorlar, hayatının boşa yaşanıp gittiğini anlamak da böyle hissettirir. O oradadır işte, onunla yaşamayı öğrenmek ve hatırlamak zorundasındır, yüzüne tokat gibi çarpan gerçektir bu. Yeryüzünde Sesler de bize gerçekleri kör göze parmak olmasa da burnumuzun ucuna kadar sokup ısrar etmeden gösteriyor. Ve her şeyin aslında önümüze kurulu bir televizyon ekranında yaşanıp bittiğini söylüyor.
Brecht’in, İki Mültecinin Konuşmaları’nda dediği gibi: “İstenmeyen yerde bir şey duruyorsa bu karmaşadır, istenen yerde hiçbir şey yoksa bu düzendir.” Savaşı ele alalım. İstenen bir yerde savaş yoksa düzen bozulmaz ama istenmeyen yerde savaş varsa işte kargaşa o zaman başlar. Buna istinaden, haber yoksa savaş da yoktur sanki. Bir şeyi ekranda görmüyorsak gerçek gelmiyor artık. Özcan Doğan da bunun farkına varmamızı sağlıyor, bunu yaparken de çarpık medya düzenini çarçabuk ve hissettirmeden eleştiriyor. Çarpıcı haberlerin ve herkesin kilitlendiği son dakika gelişmelerinin, beyinleri yıkamak için tasarlanmış illüzyonlardan ibaret olduğunu anlatıyor. Bir nevi medyayı kendi silahıyla vuruyor yani. Bu esnada da iğneyi ana karakterimiz Memet’e (dolaylı yoldan da kendisiyle bize) batırmayı ihmal etmiyor. Memet’in aslında gerçeğin değil sadece paranın peşinde oluşu ya da zırt pırt karşısına çıkan “edebiyat karşıtları” da bu söylediğimi destekler nitelikte. Bu kısacık romanda gülümseten ince detaylardan yalnızca ikisi…
“Yeryüzünde sesler vardır, yeryüzünde umut… Ve mücadele artık yeryüzü mücadelesidir.”*
Yeryüzünde Sesler, Thom Yhorke şarkısı gibi bir roman. Fazlasıyla tekinsiz, görmek istemediğiniz gerçekleri karaborsadan aldığınız biletlerle tiyatro sahnesinde izleten, her gece karanlığına hapsolup uyanmak istemeyeceğiniz bir kâbusa benziyor. Ve her hayat gibi insanın bütün bu gerçeküstü anılara da alışabileceğini gösteriyor. Eee, insan bu, her şeye alışır, biraz Camus okuyan herkes de bunun farkındadır. Ama bir gün bir paradigma kayması yaşanır da alıştığımız şey artık umursamak olursa… İşte o zaman belki de daha iyi bir gelecek mümkün olur. Özünde bize bunu anlatıyor Özcan Doğan. Şu romandaki çıplaklar gibi, çırılçıplak ve sade bir dille.
Sahi ya, o çıplaklara ne oldu en son? Masumiyetin gizli tarihi o çıplak insanlarda yatıyordu sanki. Suçu neydi onların? 10 Ekim’de Ankara Garı’nın önünde ölenlerin suçu neydi ki? Ya da 17 Şubat’ta Genelkurmay’ın önünde ölenlerin… Ya da 13 Mart’ta Güvenpark’ta… Suçumuz neydi ki?..
*Yeryüzünde Sesler, Özcan Doğan, NotaBene Yayınları
edebiyathaber.net (12 Ekim 2021)